e-ISSN: 2757-5241
FORBES JOURNAL OF MEDICINE - Forbes J Med: 3 (3)
Volume: 3  Issue: 3 - 2022
1.Cover

Page I

ORIGINAL RESEARCH
2.Could Nucleated Red Blood Cell Count Be Useful in the Diagnosis of Moderate to Severe Hypoxic-ischemic Encephalopathy?
Burak CERAN, Sarkhan ELBAYİYEV, Fatma Nur SARI, Abdullah KURT, Evrim ALYAMAÇ DİZDAR
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.36035  Pages 218 - 222
Amaç: Orta-ağır hipoksik iskemik ensefalopatili (HİE) yenidoğanlarda çekirdekli kırmızı kan hücre (ÇKKH) sayısının tanısal rolünün belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Ocak 2020 ile Ocak 2021 tarihleri arasında üçüncü basamak bir yenidoğan yoğun bakım ünitesinde orta-ağır HİE nedeniyle tedavi alan yenidoğanlar çalışmaya dahil edildi. Çalışma retrospektif kohort olarak dizayn edildi. Terapötik hipotermi tedavisi alan HİE’li yenidoğanlarda tedavi öncesinde ve sonrasında, kontrol grubu olarak sağlıklı yenidoğanlarda doğum anında ÇKKH sayıları, kan gazı, demografik ve klinik özellikleri kayıt altına alındı. Sağlıklı kontrol ve orta-ağır HİE olan grupların sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Kontrol grubunda 45 ve HİE grubunda 45 olmak üzere toplam 90 bebek çalışmaya dahil edildi. Orta-ağır HİE ve kontrol gruplarında sırasıyla ortalama gestasyon haftaları 38,4±1,8 ve 38±1,1 hafta, doğum ağırlıkları (DA) 3.164±539 gram ve 3.167±433 gramdı. Gestasyon haftası, DA, doğum şekli ve cinsiyetleri açısından gruplar benzerdi (p>0,05). HİE grubunda hipotermi öncesi ÇKKH sayısı, kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulundu (p=0,001). Hipotermi tedavisi sonrası HİE grubunda ÇKKH sayısı anlamlı olarak azaldı (p=0,001) ve kontrol grubu ile sonuçlar benzer bulundu. ROC analizlerinin sonucuna göre eğri altında kalan alan 0,983 olarak saptandı. %95 güven aralıkları HİE’yi öngörmede ÇKKH (x103/mm3) için maksimum duyarlılık ve özgüllük ile eşik değeri 0,63 olarak bulundu. HİE olup ÇKKH sayısı eşik değerin altında ve üstünde olanların amplitüd elektroensefalografi paternleri, kraniyal manyetik rezonans görüntülemede difüzyon kısıtlaması ve nöbet varlığı arasında bir ilişki bulunmadı.
Sonuç: Ulaşılması kolay ve hızlı sonuç veren bir test olan ÇKKH sayısı klinik pratikte de orta-ağır HİE tanısını desteklemek amacı ile kullanılabilir.
Objective: We determined the diagnostic role of nucleated red blood cell (NRBC) count in neonates with moderate to severe hypoxic-ischemic encephalopathy (HIE).
Methods: Newborns treated for moderate-to-severe HIE in a neonatal intensive care unit between January 2020 and January 2021 were included in the study. The study was designed as a retrospective cohort. NRBC counts, blood gas, and demographic and clinical characteristics were recorded before and after treatment in newborns with HIE who received therapeutic hypothermia treatment and in healthy newborns as a control group. The results of the healthy control and moderate-severe HIE groups were compared.
Results: A total of 90 infants, 45 in the control group and 45 in the HIE group, were included in the study. The groups were similar in terms of gestational week, birth weight, type of delivery and gender (p>0.05). The NRBC count before hypothermia was significantly higher in the HIE group than in the control group (p=0.001). After hypothermia treatment, NRBC count decreased significantly in the HIE group (p=0.001), and the results were similar in the control group. According to the results of the ROC analysis, the area under the curve was determined as 0.983. Maximum sensitivity and specificity and the threshold value for NRBC (x103/mm3) in predicting HIE was found to be 0.63 with 95% confidence intervals.
Conclusion: NRBC count, which is an easy and a fast test, can be used in clinical practice to support the diagnosis of moderate-severe HIE.

3.The Validity and Reliability of the Turkish Version of the Inflammatory Arthritis Facilitators and Barriers to Physical Activity Questionnaire
Elif Özlem ŞAHİN, Manolya ACAR
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.76598  Pages 223 - 234
Amaç: Çalışmanın amacı İnflamatuvar Artritte Fiziksel Aktivitenin Kolaylaştırıcıları ve Engelleri (İFAKE) Ölçeği’nin Türkçe konuşan inflamatuvar artritli hastalarda geçerliğinin ve güvenirliğinin incelenmesidir.
Yöntem: Çalışmaya, 20-65 yaş arası inflamatuvar artrit tanısı almış 131 hasta dahil edildi. Geçerliği test etmek için hastalardan, Türkçe’ye dil uyarlaması yapılan İFAKE Ölçeği ile aynı zamanda hasta değerlendirme formunu, Sağlık Değerlendirme Anketi’ni, Korku-Kaçınma İnanışlar Anketi’ni, Tampa Kinezyofobi Ölçeği’ni ve Kısa Form-36’yı (KF-36) Google Forms aracılığıyla doldurmaları istendi. Çalışmaya katılan 131 olgudan basit rastgele seçilen 35 olgu, ilk uygulamadan iki hafta sonra test-tekrar test güvenirliği için İFAKE ölçeğini tekrar doldurdu.
Bulgular: Ölçeğin iç tutarlılık katsayısı 0,804 bulundu. Ölçek maddelerinin madde-toplam korelasyonları 0,407 ile 0,620 arasındaydı. Test-tekrar test güvenirlik korelasyon katsayısı 0,703 idi. Kaiser-Meyer-Olkin değeri 0,729 idi. Bartlett Küresellik Testi istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,001). Doğrulayıcı faktör analizi modeli kabul edilebilir uyum gösterdi (CMIN/DF: 2,095; IFI: 0,925; CFI: 0,921; RMSEA: 0,092). İFAKE Ölçeği toplam puanı ile Sağlık Değerlendirme Anketi skoru arasında negatif yönde ilişki ve KF-36 Ölçeği’nin emosyonel rol güçlüğü dışındaki tüm boyutları arasında pozitif yönde ilişki saptandı (p<0,05).
Sonuç: İFAKE Ölçeği, Türkçe konuşan inflamatuvar artritli hastalar için kendi kendine uygulanabilir, pratik, maliyetsiz, geçerli ve güvenilir bir ölçektir. Ölçeğin inflamatuvar artritli hastalarda fiziksel aktiviteyi kolaylaştıran unsurları destekleyen, engelleyen unsurları iyileştiren bütüncül fiziksel aktivite programlarının planlanmasında ve sürdürülmesinde sağlık profesyonellerine yol gösterici olacağı kanısındayız.
Objective: The aim of the study was to examine the Inflammatory Arthritis Facilitators and Barriers to Physical activity (IFAB) questionnaire’s validity and reliability in Turkish-speaking patients with inflammatory arthritis.
Methods: One hundred-thirty one patients aged between 20 and 65 years, diagnosed with inflammatory arthritis were included in the study. To test validity, patients were asked to fill out the patient evaluation form, Health Assessment Questionnaire, Fear-Avoidance Beliefs Questionnaire, Tampa Scale of Kinesiophobia and Short Form-36 (SF-36) at the same time as the IFAB questionnaire, which is adapted to Turkish via Google Forms. 35 were randomly selected out of 131 participants who participated in the study refilled IFAB questionnaire for test-retest reliability two weeks after the first application.
Results: The internal consistency coefficient of the scale was found to be 0.804. Scale items total correlations are ranged from 0.407 to 0.620. Test-retest reliability correlation coefficient was 0.703. Kaiser-Meyer-Olkin value is 0.729. The Bartlett test of sphericity was found to be statistically significant (p<0.001). A confirmatory factor analysis model showed an acceptable fit (CMIN/DF: 2.095; IFI: 0.925; CFI: 0.921; RMSEA: 0.092). A negative correlation was found between the IFAB questionnaire total score and the Health Assessment Questionnaire score, a positive correlation was found between all SF-36 dimensions dimension scale except for emotional role difficulty (p<0.05).
Conclusion: The IFAB questionnaire is a self-administered, practical, cost-free, valid, and reliable scale for Turkish-speaking inflammatory arthritis patient. We believe that questionnaire will guide health professionals in planning and maintenance of holistic physical activity programs that support factors that facilitate physical activity and improve factors that hinder physical activity in patients with inflammatory arthritis.

4.Clinical Analysis and Surgical Management of Intracranial Meningiomas
Hüseyin Berk BENEK, Alaattin YURT
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.47855  Pages 235 - 240
Amaç: Bu çalışmanın amacı intrakraniyal menenjiom nedeniyle cerrahi rezeksiyon uygulanan hastaları incelemektir.
Yöntem: Bu çalışmada intrakraniyal menenjiom tanısı konulan ve opere edilen seksen dört hastanın verileri incelendi. Çalışma, hastaların klinik özellikleri ve histopatolojik sonuçları retrospektif olarak incelenerek yapıldı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2021 tümör sınıflaması göz önüne alınarak hastaların ameliyat esnasındaki yaşı, cinsiyeti ve tümör lokalizasyonları belirlendi. Ameliyat öncesi tümörün tesbitinde, ve sonraki takip sürecinde nüks/rezidü lezyon varlığı için beyin bilgisayarlı tomografi ve kraniyal manyetik rezonans görüntüleme kullanıldı. Cerrahi tedavi Simpson rezeksiyon derecesine göre değerlendirildi. Menenjiomların histopatolojik alt tipleri ve DSÖ dereceleri belirlendi.
Bulgular: Hastaların 59’u kadın (%70), 25’i erkekti (%30). Kadın/erkek oranı 2,36/1 idi. Yaş ortalaması 55,58 (aralık: 28-79) idi. Cerrahi intrakraniyal menenjiomların en sık yerleşim yeri konveksite ve parasagital/falks idi. 54 hastada (%64,3) Simpson grade I ve II, 26 hastada (%30,9) grade III, ve 4 hastada (%4,8) Simpson grade IV rezeksiyon yapıldı. En yaygın histopatolojik sonuçlar; transizyonel menenjiom 28 (%33,3) hasta, atipik (grade II) menenjioma 22 (%26,2) hasta, ve meningotelyal menenjioma 21 (%25) hasta şeklindeydi. 60 (%71,4) hasta DSÖ grade I, 22 (%26,2) grade II, ve 2 (%2,4) hasta grade III menenjiom saptandı.
Sonuç: Menenjiomlar kadın hastalarda iki kat oranında fazla görünse de, grade II ve III menenjiomlar cinsiyet eşitliği gösterirler. Cerrahinin temel amacı, gerekirse dura ve kemiği de içermek üzere, menenjiomun tamamen çıkarılmasıdır. Ameliyatta maksimum güvenli cerrahi rezeksiyon yapılmalı ve hastanın nörolojik fonksiyonları korunmalıdır.
Objective: The current study analyses the patients who underwent surgical resection with intracranial meningiomas.
Methods: This study reviewed the data of eighty-four patients diagnosed and operated with intracranial meningioma. The study was conducted retrospectively by analyzing the clinical characteristics and the histopathological results of the patients. Age at surgery, gender, and tumor location according to World Health Organization (WHO) 2021 tumor classification criteria were determined. Brain computed tomography and cranial magnetic resonance imaging was used to assess the tumor before operation and presence of recurrence/residual lesion at follow-up. Surgical management was evaluated according to Simpson resection grade.
Results: Fifty-nine were women (70%) and 25 were men (30%). Female/male ratio was 2.36/1. The average age was 55.58 years (range: 28-79 years). The most common locations of surgical intracranial meningiomas were convexity, and parasagittal/falcine. Fifty-four (64.3%) patients with Simpson grade I and II, 26 (30.9%) with grade III, and 4 (4.8%) patients with grade IV resection were carried out. The most common histopathological results were transitional meningioma 28 (33.3%) patients, atypical 22 (26.2%) patients, meningothelial meningioma 21 (25.0%) patients. Sixty (71.4%) patients had WHO grade I tumor, 22 (26.2%) patients grade II tumor, and 2 (2.4%) patients grade III tumor.
Conclusion: Although meningiomas are more common in female patients, grade II and III meningiomas show gender equality. The main goal of surgery is to remove the meningioma completely, including dura and bone if needed. Maximal safe surgical resection should be performed in surgery and preserve the patient’s neurological functions.

5.Determination of Drug and Non-drug Product Use in Infants Before Hospitalization: A Cross-sectional Study
Sadiye DUR, Duygu GÖZEN, Özge Eda KARADAĞ, Arzu DİKİCİ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.07279  Pages 241 - 248
Amaç: Çalışma ebeveynlerin hastaneye başvuru öncesi çocuklarına ilaç/ilaç dışı ürün kullanım durumlarının belirlenmesi amacıyla yapılmıştır.
Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu araştırmanın evrenini ve örneklemini Haziran-Aralık 2017 tarihleri arasında bir eğitim ve araştırma hastanesi çocuk acil servisine çocuklarının tedavisi için başvurmuş, süt çocuğu servisine yatışı yapılmış ve çalışmaya katılmayı kabul eden 91 ebeveyn oluşturdu. Veriler araştırmacılar tarafından oluşturulan ‘Bilgi Formu’ ile toplandı.
Bulgular: Çocukların yaş gruplarına göre hastaneye başvurmadan önce ilaç verilme durumları arasında istatistiksel düzeyde anlamlı farklılık belirlendi (p<0,05). Yaşları 6 ayın üzerinde olan çocuklara hastaneye başvurmadan önce ilaç verme oranı (%73,3), yaşları 6 ay ve altında olan çocuklardan (%50) yüksek saptandı. Aynı zamanda yaş gruplarına göre ilaç dışı ürün kullanma durumları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptandı (p<0,01). Yaşları 6 ayın üzerinde olan çocuklara ilaç dışı ürün verme oranı (%33,3), yaşları 6 ay ve altında olan çocuklardan (%8,7) yüksek saptandı.
Sonuç: Ailelerin hekim önerisi olmaksızın ilaç kullanım oranı yüksektir. Ailelere akılcı ilaç kullanımı konusunda verilecek eğitimin bireysel ilaç kullanım sıklığını azaltabilir.
Objective: This study was conducted to determine the drug/non-drug product use status of parents for their children before admission to the hospital.
Methods: The universe and sample of this descriptive and cross-sectional study consisted of 91 parents who applied to the pediatric emergency service of a training and research hospital for treating their children, were admitted to the infant service and agreed to participate in the study between June and December 2017. Data were collected using Information Form created by the researchers.
Results: A statistically significant difference was found between the drug administration status of children before admission to the hospital according to age group (p<0.05). The rate of giving medication to children aged over 6 months (73.3%) before admission to the hospital was found to be higher than children aged 6 months and younger (50%). Simultaneously, a significant difference was found between the use of non-drug products according to age groups (p<0.01). The rate of giving non-drug products to children aged over 6 months (33.3%) was found to be higher than children aged 6 months and younger (8.7%).
Conclusion: The rate of drug use by families without the recommendation of a physician was high. Education is given to families on rational drug use could reduce the frequency of individual drug use.

6.Assessment of Awareness and Opinions of Influenza Vaccination in Parents of Children Diagnosed with Chronic Kidney Disease
Eren SOYALTIN, Eda KARADAĞ ÖNCEL, Seçil ARSLANSOYU ÇAMLAR, Gökçen ERFİDAN, Özgür ÖZDEMİR ŞİMŞEK, Cemaliye BAŞARAN, Demet ALAYGUT, Fatma MUTLUBAŞ, Dilek YILMAZ ÇİFTDOĞAN, Belde KASAP DEMİR
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.75437  Pages 249 - 256
Amaç: Bu çalışma ile çocuk nefroloji kliniğimizde kronik böbrek hastalığı (KBH) tanısı ile izlenen çocukların ebeveynlerinin mevsimsel grip aşısı hakkında bilgi, tutum ve görüşlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Kasım 2019-Şubat 2020 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Üniversitesi, İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Nefroloji Kliniği’ne başvuran 6 ay-18 yaş arası KBH tanılı hastaların gönüllü bir ebeveynine mevsimsel grip aşısı hakkında oluşturulan anket uygulandı ve anketi tamamlayanlar çalışmaya dahil edildi.
Bulgular: Çalışmanın yapıldığı dönemde başvuran KBH tanılı 64 hastanın ebeveyni anketi tamamlayarak teslim etti. Mevsimsel grip aşısı hakkında 44 (%68,8) katılımcının aşı hakkında bilgi sahibi olduğu, 20 (%31,3) katılımcının ise daha önceden aşı ile ilgili herhangi bir bilgi edinmediği öğrenildi. Altmış dört katılımcıdan 10’unun (%15,6) KBH tanılı çocuğuna mevsimsel grip aşısı yaptırdığı görüldü. Çocuğuna aşı yaptırmamış olan 54 katılımcının en sık aşı yaptırmama gerekçesi ise aşı gerekliliği ile ilgili yeterli bilgilerinin olmaması idi. İmmünsüpresif ilaç kullanan ve kullanmayan hastaların oluşturduğu iki grup arasında aşı olma oranları arasında anlamlı fark saptanmadı. Her iki gruptan aşı ile ilgili bilgi sahibi olan katılımcıların bilgiye ulaşma yolları arasında ise istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. Hastalar; böbrek nakli olan ve diğer KBH tanılı olarak iki gruba sınıflandırıldığında; böbrek nakilli çocukların ebeveynlerinin bilgi sahibi olma oranları ve çocuklarının influenza açısından yüksek riskli olduğunun farkındalığı, diğer gruba göre anlamlı olarak yüksek saptandı.
Sonuç: KBH tanılı ve mevsimsel grip aşısı endikasyonu olan çocuk hastalarda aşılanma oranı oldukça düşük olup; aileler influenza aşısı hakkında yeterli bilgi sahibi değildir. Bu nedenle çocuk nefroloji kliniklerinde hekimler tarafından ebeveynlere influenza enfeksiyonu ve aşısı hakkında yeterli bilgi verilmesi ile bu oranın artırılabileceği düşünülmektedir.
Objective: We evaluated the knowledge and opinions of the parents of children who were followed up with chronic kidney disease (CKD) in our pediatric nephrology clinic.
Methods: A seasonal influenza vaccine questionnaire was administered to a voluntary parents of patients with CKD between the ages of 6 months and 18 who applied to the Pediatric Nephrology Department of Health Sciences University İzmir Tepecik Training and Research Hospital between November 2019 and February 2020, and those who completed the questionnaire were included in the study.
Results: Parents of 64 patients diagnosed with CKD completed the questionnaire. It was learned that only 44 (68.8%) participants were informed about the vaccine. It was seen that 10 patients (15.6%) had seasonal flu vaccine. Fifty-four participants who had not yet had their child vaccinated were asked about their reasons for not getting vaccine. The most frequent answer was that families did not have sufficient information about the vaccine requirement. There was no significant difference in the rate of vaccination between the two groups of patients who were administered and did not use immunosuppressive drugs. A statistically significant difference was found between accessing the information about the participants who had knowledge about vaccine. The children diagnosed with CKD were classified into two groups as having kidney transplantation and other patients. The knowledge about influenza vaccine and the awareness of the high risk of their children of influenza infection to parents of children with kidney transplantation was significantly higher.
Conclusion: The rate of vaccination against influenza is very low in pediatric patients with CKD. Therefore, it is thought that this ratio can be increased by increasing the giving of information about influenza infection and vaccination to parents by physicians in pediatric nephrology clinics.

7.Examination of Burden Perception Between Patients with Chronic Diseases and Their Caregivers
Büşra ARIKAN, Canan DEMİR BARUTCU
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.06078  Pages 257 - 265
Amaç: Bu araştırmada kronik hastalığı olan hastalar ile bakım verenleri arasındaki yük algısının incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Tanımlayıcı ve korelasyonel özellikteki bu araştırma, Ocak-Haziran 2019 tarihleri arasında devlet hastanesine başvuran, araştırmaya katılmayı kabul eden 400 hasta ve bakım vereni ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, Zarit Bakım Verme Yükü Ölçeği ve Kendini Yük Olarak Algılama Ölçeği ile yüz yüze görüşme yoluyla toplanmıştır.
Bulgular: Araştırmadan elde edilen Zarit Bakım Verme Yükü Ölçeği ortalama toplam puanı 23,91±17,24 olup bakım verenlerin yükünün hafif düzeyde olduğu bulunmuştur. Hastaların kendini yük olarak algılama ölçeğinden aldıkları toplam puan ortalaması ise 23,06±10,29 olup hastaların kendilerini bakım verenlerine karşı yük olarak algıladıkları bulunmuştur. Hastaların Kendini Yük Olarak Algılama Ölçeği ile bakım verenlerin Zarit Bakım Verme Yükü Ölçeği puan ortalamaları arasında pozitif yönde çok güçlü düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır (r=0,850 p=0,000).
Sonuç: Sonuç olarak araştırma, kronik hastalığı olan hastalar ve bakım verenleri arasındaki yük algısını ölçmek, bakım verme ve bakım alma kavramları hakkında farkındalık yaratmak, bakım alma ile bakım verme sürecinde gelişebilecek yükün azaltılmasına yönelik girişimlerin planlanması ve geliştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Objective: In this study, was aimed to examine the burden perception between patients with chronic diseases and their caregivers.
Methods: This descriptive and correlational study was conducted with 400 patients and caregivers who applied to state hospital between January and June 2019 and agreed to participate in the study. Data were collected through face-to-face interviews with the Zarit Caregiving Burden Scale and the Self-Perceived Burden Scale.
Results: The mean total score of the Zarit Caregiver Burden Scale obtained from the study was 23.91±17.24, and the burden of caregivers was found to be light. The mean score of the patients from the self-perceived burden scale was 23.06±10.29, and it was found that the patients perceived themselves as a burden to their caregivers. It was determined that there was a compelling and significant positive correlation between the patients’ self-Perceived Burden Scale and the Zarit Caregiving Burden Scale mean scores of caregivers (r=0.850 p=0.000).
Conclusion: As a result, the research emphasizes that it is necessary to plan and develop initiatives to measure the burden perception between patients with chronic diseases and their caregivers, to raise awareness about the concepts of caregiving and caregiving, and to reduce the burden that may develop in the caregiving and caregiving process.

8.Relationship Between Early Respiratory Support and Neurodevelopment in Extremely Low Birth Weight Infants
Esra BEŞER, Gülsüm KADIOĞLU ŞİMŞEK, Merve KÜÇÜKOĞLU KESER, Mehmet BÜYÜKTİRYAKİ, H. Gözde KANMAZ KUTMAN, Zeynep ÜSTÜNYURT, Fuat Emre CANPOLAT
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.58077  Pages 266 - 272
Amaç: Bu çalışmanın amacı aşırı düşük doğum ağırlıklı bebeklerde erken dönem solunum desteği ile nörogelişimsel sonuçların ilişkisini araştırmaktır.
Yöntem: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatmış, doğum ağırlığı 750-1000 gram arasında ve gebelik haftası 32 haftadan küçük, çalışma sırasında düzeltilmiş 24 aylık nörogelişim muayenesini 2018 Kasım ayı itibarı ile tamamlamış bebekler çalışmaya dahil edildi. İki yüz on iki bebeğin yaşamının ilk üç gününde hangi solunum desteğine ihtiyaç duyduğu belirlenerek üç ayrı grup oluşturuldu. Ağırlıklı serbest oksijen alan bebekler 1., nazal sürekli pozitif hava yolu basıncı ve/veya nazal aralıklı zorunlu ventilasyon alanlar 2., entübe izlenen bebekler ise 3. gruba alınarak gruplar karşılaştırıldı. Bu üç grup arasındaki farklar ve nörogelişim skorları [mental gelişim indeksi (MDI); psikomotor gelişim indeksi PDI)] arasındaki ilişkiler incelendi.
Bulgular: Hastaların ortalama doğum ağırlığı, 887±73 gr, gebelik haftası 27±1,9 hafta idi. Mekanik ventilatörde entübe izlenen hastaların MDI ve PDI değerleri <70 idi (sırasıyla; 68, 66) idi. İlk üç günde ağırlıklı olarak non-invaziv modda veya serbest oksijen desteği ile takip edilen hastaların MDI ve PDI değerleri daha yüksek saptandı ve istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Prematüre morbiditeleri açısından analiz edildiğinde ise entübe takip edilen grupta bronkopulmoner displazi, patent duktus arteriozus, intraventriküler hemoraji ve prematüre retinopatisi daha yüksek oranda bulundu.
Sonuç: Erken doğmuş bebeklerde kısıtlayıcı invaziv ventilasyon politikası uygulanabilir ve nörogelişimsel sonuçları iyileştirebilir. Bu çalışmanın sonuçları göz önüne alındığında; ilave her invaziv mekanik ventilasyon günü mümkün olduğunca önlenmelidir.
Objective: This study investigated relationship between early respiratory support and neurodevelopmental outcomes in extremely low birth weight infants.
Methods: Our study included infants born before 32 weeks’ gestation at a birth weight of 750-1000 g that were admitted to the neonatal intensive care unit and underwent a neurodevelopmental evaluation at the corrected age of 24 months. Two hundred-twelve infants were divided into 3 groups by determining the predominant type of respiratory support required in the first 3 days of life. Infants who received supplemental oxygen therapy group 1, those who received nasal continuous positive airway pressure and/or nasal intermittent mandatory ventilation were in group 2, and intubated infants were included in group 3. Differences between the groups and relationships between neurodevelopment scores [mental development index (MDI); psychomotor development index (PDI)] were examined.
Results: The patients mean birth weight was 887±73 g and mean gestational age was 27±1.9 weeks. MDI and PDI values were below 70 in the intubated patient group (68 and 66, respectively). Patients who received noninvasive ventilation or supplemental oxygen therapy for the first 3 days of life had significantly higher MDI and PDI values. In terms of morbidities of prematurity, intubated infants had higher rates of bronchopulmonary dysplasia, patent ductus arteriosus, intraventricular hemorrhage, and retinopathy of prematurity.
Conclusion: Restrictive invasive ventilation policies can be applied to preterm infants and may improve neurodevelopmental outcomes. The results of this study suggest that every additional day of invasive mechanical ventilation should be avoided if possible.

9.Evaluation of Aortic Elasticity in Children with Type 1 Diabetes Mellitus
Mehmet Fatih DEVECİ, Veli AKKURT, Mehmet KESKİN, Osman BAŞPINAR
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.82905  Pages 273 - 278
Amaç: Tip 1 diyabetes mellituslu (DM) hastaların önde gelen ölüm nedenlerinden biri kardiyovasküler hastalıklar olup, ateroskleroz çocukluk döneminden itibaren başlayabilmektedir. Bu çalışmamızda; tip 1 DM tanısı ile takip edilen çocukların, aort elastikiyetini değerlendirip, sağlıklı çocuklarla karşılaştırmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışmamıza en az 4 yıldır DM tanısı ile takipli 31 hasta ve 19 sağlıklı çocuk katıldı. Tüm bireylerin antropometrik ölçümleri ve demografik özellikleri alındı. Ekokardiyografik ölçümler, Doppler ve M-mode izlemleri ile aort çapı ile ilgili parametreler elde edilerek; aort gerilimi (strain), elastik modül, aort sertlik indeksi (stiffness index β) ve aortik genişleyebilme (distensibility) değerleri hesaplandı.
Bulgular: Antropometrik ölçümler ve demografik özellikler açısıdan benzer olan iki grubun, miyokardiyal performans indeksi, sistolik ve diyastolik fonksiyonu, elastik modül ve aort genişleyebilme değerleri benzerdi. Hasta grubunda aort gerilimi değerindeki azalma, aort sertlik indeksindeki artış; istatiksel olarak anlamlı saptandı (p<0,05). Glisemik kontrolü zayıf olan grubun, aortik sertlik indeksi ve elastik modül değerlerindeki fark istatiksel olarak anlamlıydı (p<0,05).
Sonuç: Aort gerilimi azalması, aort sertliğinin artması gibi bulgular, tip 1 DM’li hastaların sistolik ve diyastolik fonksiyonu bozulmadan önce kardiyovasküler etkilenmenin çocukluk çağından başladığını göstermektedir. Arteriyel elastisiteyi korumak ve aterosklerozu önlemek için sıkı glikoz kontrolü sağlanmalıdır.
Objective: Cardiovascular diseases are one of the prevalent death causes in patients with type 1 diabetes mellitus (DM), and atherosclerosis can begin in childhood. This study analyzed aortic elasticity of children with type 1 DM diagnosis and compare them with healthy children.
Methods: Thirty-one patients DM diagnosis for at least 4 years and 19 healthy children participated in the study. Anthropometric measurements and demographic characteristics of all individuals were obtained. The parameters related to aortic diameter by Doppler and M-mode monitoring were determined and used in aortic strain, elastic modulus, aortic stiffness index β and aortic distensibility calculations.
Results: The myocardial performance index, systolic and diastolic function, elastic modulus, aortic distensibility values of two groups with similar anthropometric measurements and demographic features were similar. In the patient group, decrease in aortic strain value and an increase in aortic stiffness index were found statistically significant (p<0.05). The difference in aortic stiffness index and elastic modulus values of the group with poor glycemic control was statistically significant (p<0.05).
Conclusion: This study indicates that cardiovascular involvement starts in childhood with findings such as decreased aortic strain and increased aortic stiffness before deteriorate systolic and diastolic functions of patients with type 1 DM. Strict glucose control should be maintained to preserve arterial elasticity and prevent atherosclerosis.

10.Pediatric Emergency Service Admissions due to Acute Dystonic Reaction Induced by Metoclopramide
Gülşen YALÇIN, Murat ANIL
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.96977  Pages 279 - 283
Amaç: Metoklopramid, dopamin reseptör antagonistidir. Çocuklarda özellikle ekstrapiramidal yan etkilerinden dolayı rutin olarak önerilmemektedir. Bu çalışmada metoklopramid kullanımına bağlı akut ekstrapiramidal bulgular gelişen çocuklarda, metoklopramid kullanım nedenleri ve acil tedaviye yanıtlarının incelenmesi amaçlandı.
Yöntem: 01.06.2019-31.05.2020 tarihleri arasında çocuk acil servisine metoklopramid kullanımına bağlı yan etki nedeniyle başvuran hastalar çalışmaya alındı. Tüm hastalar biperiden laktat ile tedavi edildi.
Bulgular: Metoklopramid dışında ilaç almayan, kronik hastalığı olmayan ve metoklopramide bağlı ilk kez akut distonik reaksiyon gözlenen 20 hasta değerlendirmeye alındı (ortanca; 33,5 ay ve %55 erkek). Hastaların 17’si akut gastroenterit, ikisi taşıt tutması ve biri özkıyım girişimi nedeniyle ilaç almıştı. Hastaların 16’sında ilaç doktor önerisi olmadan anneleri tarafından verilmişti. Hastaların 16’sında normal doz aralığında yan etki ortaya çıktı. Bulgular metoklopramid alımından sonraki ortanca 4 saat içinde ortaya çıktı. Biperiden laktat tedavisine yanıt ortanca 15 dakikaydı. Alınan metoklopramid dozu ile acilde uygulanan biperiden laktata klinik yanıt süresi arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon saptandı (r: 0,514; p=0,018).
Sonuç: Metoklopramid, normal doz aralığında bile çocuklarda akut distonik reaksiyona neden olmaktadır. Biperiden laktat tedavide etkin ve hızlı bir seçenektir. Alınan metoklopramid dozu arttıkça klinik düzelme daha geç ortaya çıkmaktadır.
Objective: Metoclopramide is a dopamine receptor antagonist. It is not routinely recommended in children, particularly because of its extrapyramidal side effects. In this study, it was aimed to examine the reasons for the use of metoclopramide and their response to emergency treatment in children who developed acute extrapyramidal symptoms due to metoclopramide use.
Methods: Patients who applied to the pediatric emergency service between 01.06.2019 and 31.05.2020 because of side effects related to the use of metoclopramide were included in the study. All the patients were treated with biperidene lactate.
Results: Twenty patients without chronic disease, who were not taking any medication other than metoclopramide, and had an acute dystonic reaction due to metoclopramide for the first time were evaluated (median: 33.5 months, 55% male). Seventeen of the patients had taken the medication for acute gastroenteritis, two for motion sickness and one for a suicide attempt. In 16 patients, the drug was given by their mothers without a doctor’s recommendation. Side effects in the normal dose range occurred in 16 of the patients. Findings occurred within a median of 4 h after metoclopramide ingestion. The median response to biperiden lactate treatment was 15 min. A positive and significant correlation was found between the metoclopramide dose taken and the clinical response time to biperiden lactate administered in the emergency department (r: 0.514; p=0.018).
Conclusion: Metoclopramide causes an acute dystonic reaction in children, even in the normal dose range. Biperiden lactate is an effective and rapid treatment option. As the metoclopramide dose increases, clinical improvement occurs later.

11.Comparison of the Depression Scale Between Emergency Medicine Assistant Doctors and Other Internal Branches Assistant Doctors
Gülşah ŞEHİTOĞLU ALPAĞUT, Pınar AYVAT, İsmet PARLAK
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.72621  Pages 284 - 290
Amaç: Sağlık hizmeti sunulan birimler içerisinde acil servis hekimlerinde, diğer birimlere göre yüksek hasta sayısı, acil hizmet sunumu, gece nöbetleri gibi nedenler ile depresyon sık görülmektedir. Bu araştırmada acil servis asistan hekimleriyle diğer dahili branş asistan hekimleri arasında depresyon düzeyleri karşılaştırılmıştır.
Yöntem: Araştırma, İzmir ilindeki üç büyük eğitim ve araştırma hastanesinde görev yapan ve gönüllü olan 70 adet acil servis asistanı ve 70 adet diğer dahili branş asistanı üzerinde yapılmıştır. Katılımcılara üç bölümden oluşan anket soruları yöneltilmiştir. Birinci bölümde sosyo-demografik özellikleri, ikinci bölümde mesleki branşlara göre bakış açıları ile ilgili sorular yöneltilmiş, üçüncü bölümde Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) uygulanmıştır. Elde edilen kategorik değişkenler analizinde Pearson ki-kare ve Fisher'ın kesin testi kullanılmıştır, anlamlılık düzeyi için p<0,05 olarak kabul edilmiştir.
Bulgular: Araştırmanın sonucunda, acil servis hekimlerinde diğer dahili branş asistan hekimlerine göre daha yüksek “hafif duygu durum bozukluğu” ve “sınırda klinik depresyon” tanılarına uyan BDÖ skorları olmasına rağmen, toplam skorda anlamlı bir fark bulunmamıştır. Ölçeğin alt parametreleri incelendiğinde ise, yorulma durumu ve iştahı sorgulayan parametresi acil tıp ve dahili branş hekimleri arasında farklılık saptanmıştır. Ayrıca mesleki branşlar arasında istifa düşüncesi, psikolojik ve/veya fiziksel şiddete maruz kalma, bulunduğu şehirde yaşama memnuniyetsizliği, sigara ve antidepresan kullanımı acil tıp asistan hekimlerinde istatistiksel olarak fazlaydı.
Sonuç: Acil hekimlerimizde, yorulma ve iştahı sorgulayan BDÖ alt grup skorları yüksek ve istifa düşüncesi, psikolojik/fiziksel şiddete maruz kalma, sigara ile antidepresan kullanımı daha sıktır. Bu da dahili tıp branşları içinde acil servis hekimlerinin daha kırılgan ve desteklenmesi gereken grup olduğunu bize göstermiştir.
Objective: Depression is common in the emergency service due to a higher number of patients, urgency status in the patients, and dense night shifts in emergency physicians compared to other units. In this study, depression levels were compared between emergency service and other internal medicine physicians.
Methods: The research was conducted on 70 emergency service assistants and 70 other internal branch assistants working in training and research hospitals. Survey questions consisting of three parts were asked the participants. In the first part, questions about their sociodemographic characteristics were asked. In the second part, their perspectives according to their profession were asked. In the third part, Beck Depression Inventory (BDI) was applied. Pearson chi-square and Fisher’s exact test were used in the analysis of categorical variables.
Results: Although the emergency department assistants had higher BDI scores for “mild mood disorder” and “borderline clinical depression” than other internal medicine assistants, no significant difference was found in the total score. When the subparameters of the scale were examined, a difference was found between emergency and internal medicine physicians in terms of fatigue and appetite. The thought of resigning, exposure to psychological/physical violence, dissatisfaction with living in the city, smoking, and antidepressant use was statistically higher in emergency medicine residents.
Conclusion: Among our emergency physicians, the BDI subgroup scores that questioned fatigue and appetite are higher. Thoughts of resignation, exposure to psychological/physical violence, smoking, and antidepressant use are more common. Emergency service physicians are a more fragile group and need to be supported.

12.Emergency Room Admission for Newborns: How Many are Really Urgent?
Sezgin GÜNEŞ, Suzan ŞAHİN, Meltem KOYUNCU ARSLAN, Özlem KARACA DAĞ, Murat ANIL
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.73644  Pages 291 - 296
Amaç: Çocuk acil servisine getirilen yenidoğanların klinik sonuçlarının araştırılması ve acil servisten hastaneye yatışı etkileyen faktörlerin belirlenmesidir.
Yöntem: 1 Eylül 2020-1 Eylül 2021 tarihleri arasında, mesai saatleri dışında, hastanemiz çocuk acil servisine başvuran tüm yenidoğan bebeklerin hastane kayıtları retrospektif olarak incelendi. Bebeklerin acil servise başvurdukları mevsim, postnatal yaş, cinsiyet, göçmenlik durumu ve başvuru yakınmaları ile klinik sonuçları incelendi. Acil servisten hastaneye yatırılan ve yatırılmayan bebekler bu parametreler açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Toplam 1082 yenidoğan çalışmaya dahil edildi (ortanca yaş: 5 gün; 570’i erkek). En sık başvuru yaz (259, %23,6) ve sonbahar (462, %42,7) mevsimindeydi. Yüz kırk bebek (%12,9) Suriye uyrukluydu. En sık başvuru yakınmaları sarılıktı (913, %84,3). Bebeklerin 42’si (%3,8) hastaneye yatırılmıştı. Çocuk acil servisinden taburcu edilen ve hastaneye yatırılan bebekler arasında postnatal yaş, cinsiyet, göçmenlik durumu ve başvuru mevsimi açısından anlamlı fark saptanmadı. Yüksek ateş (p<0,001) ve sıvı kaybını ifade eden yakınmalarla (p=0,001) başvuranlar hastaneye daha yüksek oranda yatırılmıştı. Yatırılarak tedavi edilen bebeklerin hastanede yatış süresi ortanca 2 gün (çeyrek değerler aralığı: 1-5) idi. Hiçbir bebeğin kaybedilmemiş olduğu görüldü.
Sonuç: Çocuk acil servisine başvuran yenidoğanlarda hastaneye yatış oranı oldukça düşük olarak saptandı. Ancak yüksek ateş ve sıvı kaybı yakınmaları ile getirilen yenidoğanların hastaneye yatırılma riski daha yüksek idi.
Objective: The aim of this study was to investigate the clinical outcomes of newborns brought to the pediatric emergency room and determine the factors affecting hospitalization from the emergency room.
Methods: The hospital records of all newborns admitted to the pediatric emergency department of our hospital between September 1, 2020 and September 1, 2021, outside working hours, were retrospectively reviewed. The season of admission, postnatal age, sex, immigration status, complaints of admission and clinical outcomes of the infants were analyzed. Infants hospitalized and not hospitalized from the emergency department were compared in terms of these parameters.
Results: One thousand eighty two newborns were included in the study (median age: 5 days; 570 males). The most frequent admissions were in summer (259, 23.6%) and autumn (462, 42.7%). Hundred and forty infants (12.9%) were Syrians. The most common presenting complaint was jaundice (913, 84.3%). Forty-two (3.8%) infants were hospitalized. There was no significant difference between the infants discharged from the pediatric emergency service and those hospitalized with respect of postnatal age, gender, immigration status and application season. Those who were admitted with complaints of high fever (p<0.001) and with complaints suggesting dehydration (p=0.001) were hospitalized at a higher rate. The median length of hospital stay of the inpatients was 2 days (interquartile range: 1-5). No mortality was seen.
Conclusion: The rate of hospitalization was found to be very low in newborns who were admitted to the pediatric emergency room. However, the risk of hospitalization was higher in newborns who presented with complaints of high fever and dehydration.

13.Factors Associated with Neurodevelopmental Retardation in Preterm Infants: A Single-center Experience
Rüya ÇOLAK, Meltem KIVILCIM, Senem ALKAN ÖZDEMİR, Ezgi YANGIN ERGON, Sebnem ÇALKAVUR, Tülin GÖKMEN YILDIRIM
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.54227  Pages 297 - 302
Amaç: Günümüzde yenidoğan bakımındaki gelişmeler sayesinde düşük doğum ağırlıklı bebeklerin hayatta kalma oranları artmıştır. Ancak bu bebeklerde başta nörogelişimsel gerilik olmak üzere çeşitli kalıcı sağlık sorunları görülebilmektedir. Bu çalışma, bu hasta grubunda başta hipokarbi olmak üzere nörogelişimsel gerilik ile ilişkili risk faktörlerini araştırmayı amaçlamaktadır.
Yöntem: 1 Ocak-31 Aralık 2016 tarihleri arasında yenidoğan yoğun bakım ünitemizde yatan, 32 haftadan küçük, doğumsal anomalisi olmayan ve düzenli takibe gelen tüm hastalar bu çalışmaya dahil edildi. Demografik, klinik ve laboratuvar verileri dosya kayıtlarından geriye dönük olarak elde edildi. Hastaların nörogelişimleri 18-24 ay (düzeltilmiş yaş) arasında Bayley Scales of Infants and Toddler Development, Second Edition (Bayley-II) ile değerlendirildi. Nörogelişimsel geriliği olan ve olmayan hastaların demografik, klinik ve laboratuvar parametreleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 56 hastanın 9’unda (%16,1) nörogelişimsel gerilik gözlendi. Serebral palsi, işitme veya görme bozukluğuna bağlı nörogelişimsel gerilik saptanmadı. Nörogelişimsel geriliği olan ve olmayan hasta grupları demografik, klinik ve laboratuvar parametreleri açısından karşılaştırıldığında, nörogelişimsel geriliği olan hastalarda doğum ağırlığı ve birinci ve beşinci dakika Apgar skorları daha düşük iken mekanik ventilasyon gereksinimi, yeniden entübasyon, konvülziyon, patent duktus arteriosus tedavisi, hipotansiyon, bronkopulmoner displazi, asfiksi, hiperglisemi ve hipokarbi oranı yüksekti (p<0,05).
Sonuç: Mekanik ventilasyon desteği sağlanırken hiperkarbinin nörogelişim üzerindeki olumsuz etkilerinin yanı sıra hipokarbinin nörogelişim üzerindeki olumsuz etkileri de akılda tutulmalıdır.
Objective: Today, the survival rate of low-birth-weight infants has increased thanks to supportive care. However, various permanent health problems, especially neurodevelopmental retardation, can be seen in these infants. This study investigates the risk factors associated with neurodevelopmental retardation, especially hypocarbia, in this patient group.
Methods: All patients who were hospitalized in our neonatal ıntensive care unit between January 1 and December 31, 2016, with a gestational age of less than 32 weeks, without congenital anomalies, and who came for regular follow-up were included in this study. Demographic, clinical and laboratory data were obtained retrospectively from file records. The neurodevelopment of the patients was evaluated between 18 and 24 months with the Bayley Scales of Infants and Toddler Development, Second Edition (Bayley-II).The demographic, clinical and laboratory parameters of the patients with and without neurodevelopmental retardation were compared.
Results: Neurodevelopmental retardation was observed in 9 (16.1%) of the 56 patients included in the study. No neurodevelopmental retardation was detected due to cerebral palsy, hearing impairment or visual impairment. When the patient groups with and without neurodevelopmental retardation were compared in terms of demographic, clinical and laboratory parameters, birth weight and first and fifth-minute Apgar scores were lower in patients with neurodevelopmental retardation, while mechanical ventilation requirement, reintubation, convulsion, patent ductus arteriosus treatment, hypotension, bronchopulmonary dysplasia, asphyxia, hyperglycemia and hypocarbia rate were higher (p<0.05).
Conclusion: While providing mechanical ventilation support, in addition to the negative effects of hypercarbia on neurodevelopment, the negative effects of hypocarbia on neurodevelopment should also be kept in mind.

14.Cardiac Autonomic Functions During Asymptomatic Period in Pediatric Patients with Vasovagal Syncope
Ayşe ŞİMŞEK
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.16362  Pages 303 - 307
Amaç: Vazovagal senkop (VVS) çocukluk çağında en sık görülen senkop tipidir. Olası patofizyoloijk mekanizmalardan bir tanesi de otonomik disfonksiyondur. Bu çalışmada amacımız VVS’li hastaların asemptomatik oldukları dönemde otonomik fonksiyonlarını değerlendirmektir.
Yöntem: Pediatrik kardiyoloji polikliniğine senkop nedeni ile başvurmuş ve VVS tanısı alan hastalar ile kontrol grubu olarak sağlıklı çocuklar çalışmaya dahil edildi. Tüm hastaların elektrokardiyografi (EKG), ekokardiyografi ve Holter EKG monitorizasyonu yapıldı. Holter EKG’de time domain indeks parametreleri: SDNN, SDNN Indx, SDANN, pNN50, rMSSD değerleri ile mimimum kalp hızı, ortalama kalp hızı, ve maksimum kalp hızları belirlendi.
Bulgular: VVS tanılı 24 hasta (15 kız, 9 erkek) ve 27 sağlıklı çocuk (19 kız, 8 erkek) kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edildi. VVS’li hasta ve kontrol grubu arasında cinsiyet ve yaş özellikleri benzer idi. Ortalama kalp hızı ve maksimum kalp hızı arasında fark yok iken, minimum kalp hızı senkoplu hastalarda düşük olarak izlendi (49,3±5,41; 44,4±5,6 p=0,007). Time domain index parametreleri: SDNN, SDNNIndx, SDANN, pNN50, rMMSD hasta ve kontrol grubunda karşılaştırıldığında hasta grubunda anlamlı yüksek oldukları izlendi (p<0,01).
Sonuç: Biz şu sonuca vardık ki VVS’li hastalarda asemptomatik oldukları dönemde de sağlıklı çocuklar ile karşılaştırıldıklarında kronik otonomik farklılıklar vardır. Hem sempatik hem de parasempatik impulslarda artış izlenmiştir. Bu sonuca kalp hızı değişkenliği parametrelerinde olan değişiklikler ile vardık. VVS’li hastalarda en önemli tanı aracı klinik öykü olmasına rağmen ayırıcı tanıda zorlandığımız hastalarda tarama testi olarak Holter EKG’den yararlanabileceğimizi izledik.
Objective: Vasovagal syncope (VVS) is the most common type of syncope in pediatric patients. One potential pathophysiological mechanism for developing VVS involves autonomic dysfunction. In this study, we evaluated autonomic functions during the asymptomatic period in patients with VVS.
Methods: Patients attending to a pediatric cardiology outpatient clinic and diagnosed with VVS and control subjects consisting of healthy children were included. All subjects underwent electrocardiography, echocardiography, and Holter ECG monitoring. Then time domain index parameters in Holter ECG: SDNN, SDNNIndx, SDANN, pNN50, rMMSD and minimum, mean, and maximum heart rate were evaluated.
Results: Twenty-four children (15 female, 9 male) with recurrent VVS and 27 healthy children (19 female, 8 male) were enrolled. While mean and maximum heart rates did not differ significantly between patients with syncope and healthy children, minimum heart rate was lower in syncope patients (49.3±5.41; 44.4±5.6 p=0.007). Statistical analysis of the results showed a significant increase in SDNN, SDNNIndx, SDANN, pNN50 and r MMSD in VVS patients compared to controls (p<0.01).
Conclusion: As indicated by parameters of heart rate variability, pediatric patients with VVS exhibit chronic autonomic differences in the form of increased sympathetic and parasympathetic impulses during the asymptomatic period of their condition compared to healthy children. Although clinical history remains the most important diagnostic tool in patients with VVS, Holter ECG monitoring may provide useful diagnostic information in patients with difficult differential diagnosis.

15.Impact of the COVID-19 Pandemic on Community-acquired Neonatal Pneumonia Admissions to a Tertiary Care Hospital During Respiratory Syncytial Virus Season
Sarkhan ELBAYİYEV, Fuat Emre CANPOLAT, Gülsüm KADIOĞLU ŞİMŞEK, İzzet ÖZGÜRLÜK, Aybüke YAZICI, Hayriye Gözde KANMAZ KUTMAN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.60590  Pages 308 - 313
Amaç: Halihazırda, yeni Şiddetli Akut Solunumsal Sendrom-Koronavirüs-2’nin neden olduğu pandemi döneminde toplum kaynaklı enfeksiyonlara neden olan solunum yolu virüslerinin insidansı hakkında çelişkili veriler bulunmaktadır.
Yöntem: Bu çalışmaya, Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) pandemisi öncesi dönemde (Ekim 2019-Mart 2020) ve COVID-19 pandemisi sonrası dönemde (Ekim 2020-Mart 2021) respiratuvar sinsityal virüs (RSV) mevsiminde şüpheli toplum kökenli yenidoğan pnömonisi nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesine kabul edilen hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Toplam 869 hasta kaydı tarandı. COVID-19 pandemisi öncesi dönemde 70 hasta (%22) ve COVID-19 pandemisi sonrası dönemde 15 hasta (%6,8) seçim kriterlerini karşıladı ve analize dahil edildi. COVID-19 pandemisi öncesi ve sonrası dönemde sırasıyla hastaların %57,1 ve %73,3’ünü erkekler oluşturuyordu (p=0,245), doğumdaki ortalama gebelik yaşı 37±2 ve 35±3 haftaydı (p=0,007), ortalama doğum ağırlığı 3045±601 ve 2386±840 g (p=0,001), doğum sonrası ortalama başvuru yaşı 9±3 ve 7±1 gün (p=0,177), hastanede kalış süresi ortalama 9±3 ve 7±1 gün idi (p=0,023). COVID-19 pandemisi öncesi dönemde 42 (%60) hastada, COVID-19 pandemisi sonrası dönemde 2 (%13,3) hastada RSV tespit edildi (p=0,001).
Sonuç: COVID-19 sonrası dönemde toplum kökenli pnömoni nedeniyle hastaneye yatışlarda 3 kat azalma gözlendi. COVID-19 pandemisi sırasında maske kullanımı, el yıkama, sosyal mesafe ve sokağa çıkma yasağı gibi kurallara sıkı sıkıya uyulması neonatal pnömonideki azalmayı açıklayabilir.
Objective: Currently there are conflicting data about the incidence of community-acquired infections of common respiratory viruses during the pandemic caused by the novel Severe acute respiratory syndrome-Coronavirus-2.
Methods: The data of the patients, who were admitted to the neonatal intensive care unit for suspected community-acquired neonatal pneumonia during the respiratory syncytial virus (RSV) season in the pre-Coronavirus disease-2019 (COVID-19) pandemic era (October 2019-March 2020) and post-COVID-19 pandemic era (October 2020-March 2021) were retrospectively analyzed.
Results: A total of 869 patient records were screened. Seventy patients (22%) in the pre-COVID-19 pandemic era and 15 patients (6.8%) in the post- COVID-19 pandemic era met the selection criteria and were included in the analysis. In the pre- and post- COVID-19 pandemic era respectively, males accounted for 57.1% and 73.3% of patients (p=0.245), the mean gestational age at birth was 37±2 and 35±3 weeks (p=0.007), the mean birth weight was 3045±601 and 2386±840 g (p=0.001), the mean postnatal age at admission was 9±3 and 7±1 days (p=0.177), and the mean length of hospital stay was 10±3 and 8±2 days (p=0.023). RSV was detected in 42 (60%) patients in the pre- COVID-19 pandemic era compared to 2 (13.3%) patients in the post-COVID-19 pandemic era (p=0.001).
Conclusion: A 3-fold decrease in hospitalizations due to community acquired pneumonia was observed in the post COVID-19 era. Strict compliance with the rules such as mask use, hand washing, and social distancing and lockdown during the COVID-19 pandemic could explain the decrease in neonatal pneumonia.

16.Retrospective Analyses of the Utility of Glasgow-Blatchford and Rockall and Pre-Rockall Scoring Systems in Patients Admitted to the Emergency Department with Upper Gastrointestinal System Bleeding
Kemal GÖKÇEK, Murat ERSEL, Yusuf Ali ALTUNCI, Funda KARBEK AKARCA, Selahattin KIYAN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.36450  Pages 314 - 320
Amaç: Risk skorlaması üst gastrointestinal sistem (GİS) kanamalarında hastanın tedavi ve takibini belirleyen anahtar roldedir. Bu çalışmada amaç üst GİS kanamalarında Rockall skoru (RS) ve Blatchford skorlarının öngörü başarısını ölçmektir.
Yöntem: Bu geriye dönük çalışmada, 2010-2012 yılları arasında acil servisimize 18 yaş üstü, üst GİS kanaması ile başvuran hastalar dahil edildi. Toplamda 423 hasta çalışmaya dahil edildi. Pre-endoskopik Rockall (PRS), tam Rockall ve Blatchford skorları hesaplandı. Bu üç skorlamanın ve şok indeksinin hastalarda yüksek riskli hasta, transfüzyon ve mortalite öngürüleri istatistiksel olarak hesaplandı.
Bulgular: Dört yüz yirmi üç hastadan 293’ü (%69,3) erkek ve ortalama yaş 63,7±15,7 yıl idi. Hastaların başvuru şikayetlerinde melena sıklığı %78 (n=330), hematemez %49,6 (n=210), senkop %12,1 (n=51) hesaplandı. Ortalama PRS 3,15±1,61, RS 5,05±2,13, Blatchford skoru 10,19±3,78, SI 0,82±0,25 olarak hesaplandı. Transfüzyonu öngörmede Blatchford skorunun en başarılı olduğu bulundu. Yüksek riskli hastayı öngörmede RS ve Blatchford skoru en başarılı skorlardı. Çalışmamızda mortalite oranı %5,7 (n=24) olup, RS tahminde en değerli skordu.
Sonuç: Risk skorları transfüzyon, yatış ihtiyacı ve mortalite için düşük ve yüksek riskli hastaları belirleyerek, hastaların tedavilerini yönlendirmede klinisyen tarafından güvenle kullanılabilir.
Objective: Risk scoring is the key point of the upper gastrointestinal bleeding (GIB) which determines the management of the patient. In this study our aim is to measure the success of Rockall score (RS) and Blatchford score that are frequently used in upper GIB.
Methods: In this retrospective descriptive type of study, the patients over 18 years of age who referred to emergency department with upper GIB between the years 2010-2012 were included. A total of 423 patients were included in study. Pre-endoscopic Rockall (PRS), complete RS and Blatchford scores are calculated. High-risk patient, transfusion and mortality predictions of these three scoring and shock index (SI) were calculated statistically.
Results: Of the 423 patients 293 (69.3%) were males and mean age was 63.7±15.7 years. The frequency of melena was 78% (n=330), hematemesis 49.6% (n=210), and syncope 12.1% (n=51) in the patients’ complaints at admission. Mean PRS was 3.15±1.61, RS was 5.05±2.13, Blatchford score was 10.19±3.78, and SI was 0.82±0.25. Blatchford score was found to be the most successful in predicting transfusion. RS and Blatchford score were the most successful scores in predicting the high-risk patient. In our study, the mortality rate was 5.7% (n=24), and the RS was the most valuable score in estimation.
Conclusion: By identifying low and high risk patients for transfusion, need for hospitalization, and mortality, risk scores can be used safely by the clinician to guide the treatment of patients.

CASE REPORT
17.An Extreme Rare Case of Hematuria: Kidney Rhabdomyosarcoma in Elderly Woman
Kürşad DÖNMEZ, Yiğit AKIN, Sacit Nuri GÖRGEL, Osman KÖSE, Fatih Esad TOPAL, Fatma Hüsniye DİLEK, Müberra KONUR, Asuman FEDA BAYRAK, Enis Mert YORULMAZ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.98705  Pages 321 - 324
Hematüri, geniş bir spektruma sahip hastalığın uyarıcı ve ciddi bir belirtisidir. İlk akla genç yaşlarda iyi huylu patolojilere bağlı hastalıkları getirse de özellikle yaşlılarda kanserin klinik belirteçlerinden biridir ve daha fazla araştırma gerektirmektedir. Erkek cinsiyet, yaş >35, analjezik kötüye kullanımı, kronik hemodiyaliz, radyasyona veya kanserojenlere maruz kalma gibi kansere bağlı hematüri için bazı risk faktörleri vardır. Ayrıca hematürinin ayırıcı tanısında nadir görülen hastalıklar da göz ardı edilmemelidir. Burada, acil servise hematüri ile başvuran yaşlı bir kadın hastada böbrekte son derece nadir görülen renal rabdomiyosarkom olgusunu sunuyoruz.
Hematuria is a warning and serious symptom of the disease with a broad spectrum. Although it first brings to mind diseases related to benign pathologies at young ages, it is one of the clinical markers for cancer, especially in the elderly and requires further investigation. There are some risk factors for cancer-induced hematuria such as male gender, age >35, analgesic abuse, chronic hemodialysis, radiation exposure or carcinogens. Additionally, rare diseases should not be ignored in the differential diagnosis of hematuria. Here, we present an extremely rare case of renal rhabdomyosarcoma of kidney in an elderly female patient who was admitted to the emergency department with hematuria.

OTHER
18.2022 Referee Index

Page E1
Abstract |Full Text PDF

19.2022 Author Index

Pages E2 - E4
Abstract |Full Text PDF

20.2022 Subject Index

Pages E5 - E7
Abstract |Full Text PDF