1. | Kapak Cover Sayfa I |
ORIJINAL ARAŞTIRMA | |
2. | Babaların Aşılar Hakkında Bilgi ve Tutumlarını Etkileyen Faktörler Factors Affecting Fathers’ Knowledge and Attitudes Towards Vaccinations Tolga İNCE, Büşra Bilgeşen ALTUN, Gülberat TOTUR, Serpil Uğur BAYSALdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.75002 Sayfalar 79 - 86 Amaç: Aşılar, çocukluk çağı enfeksiyon hastalıklarını önlemede en etkili araçlardır. Ebeveynlerin aşılar hakkındaki bilgi ve tutumları, aşılanma oranlarını etkileyen temel faktörlerden biridir. Anneler hakkında çok sayıda çalışma olmasına karşın babaların aşılar konusunda bilgi ve tutumlarını inceleyen çalışmalar sınırlıdır. Çalışmamızın amacı, babaların ülkemizde uygulanan aşılar hakkındaki bilgi ve tutumlarını değerlendirerek aşılanmaya yaklaşımlarını belirlemek ve aşı karşıtlığına dair görüşleri öğrenmektir. Yöntem: Mayıs-Temmuz 2022 tarihleri arasında çocuk polikliniğine başvuran babaların aşılarla ilgili bilgi ve tutumlarını değerlendiren kesitsel ve analitik bir çalışmadır. Etik kurul onayı alındıktan sonra babalara sosyo-demografik bilgiler, gelir, eğitim düzeyi, çocuk sayısı, babaların aşı tutumu, bilgi düzeyi ve rutin dışı aşı düşüncelerini içeren anket formu uygulanarak aşılar hakkındaki bilgi ve tutumları değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan babaların %33’ü aşılar hakkındaki bilgi düzeyinin iyi olduğunu düşünse de babaların %14,1’inin çocuklarına uygulanan aşıları, %23’ünün aşıların hangi zamanlarda yapıldığını bilmediği bulundu. Babaların büyük çoğunluğu aşılar hakkında bilgi kaynağı olarak sağlık kuruluşlarını ve hekimleri kullanıyordu. Babaların %17,3’ü bugüne kadar çocuklarına aşı yaptırma konusunda en az bir kez kararsızlık yaşadığını belirtirken, aşı reddeden baba yoktu. Aşı kararsızlığının en sık nedeni (%78,1) aşı yan etkisi korkusu bulundu. Anne babanın eğitim düzeyi arttıkça, babaların çocukluk çağı aşıları konusunda olumlu düşüncelerinin arttığı görülmüştür. Sonuç: Aşılama, toplum sağlığını korumada önemli bir rol oynar. Ailelere doğru bilgi sağlanması, aşı karşıtlığını azaltmak ve aşı oranlarını artırmak için önemlidir. Sağlık çalışanlarının güvenilir bilgi sunması, ailelerin aşılara olumlu yaklaşımını ve aşı oranlarını artırma konusunda etkili bir faktördür. Objective: Vaccines are the most effective tools in preventing childhood infectious diseases. Parents’ knowledge and attitudes about vaccines are fundamental factors influencing vaccination rates. While there are numerous studies about mothers, research examining fathers’ knowledge and attitudes on vaccines is limited. Our study aims to assess fathers’ knowledge and attitudes about vaccines administered in our country, determine their approach to vaccination, and understand their views on vaccine hesitancy. Methods: A cross-sectional and analytical study evaluating fathers’ knowledge and attitudes about vaccines was conducted between May and July 2022 among fathers visiting the pediatric clinic. After obtaining ethical approval, fathers were administered a questionnaire covering sociodemographic information, income, education level, number of children, fathers’ vaccine attitude, knowledge level, and non-routine vaccine considerations to assess their knowledge and attitudes about vaccines. Results: While 33% of participating fathers considered their vaccine knowledge good, 14.1% didn’t know their children’s vaccines, and 23% were unaware of vaccination timing. The majority of fathers used healthcare institutions and physicians for information about vaccines. While 17.3% experienced hesitancy about vaccinating their children, none outright refused. The most common reason for vaccine hesitancy (78.1%) was the fear of vaccine side effects. As parental education levels increased, the positive attitudes of fathers towards childhood vaccinations also increased. Conclusion: Vaccination plays a crucial role in maintaining public health. Providing accurate information to families is important to reduce vaccine hesitancy and increase vaccination rates. Healthcare professionals offering reliable information is an effective factor in fostering positive attitudes toward vaccines and increasing vaccination rates. |
3. | 5-Florourasil Alan Kanser Hastalarında Dihidropirimidin Dehidrojenaz Gen Polimorfizmi ile Toksisiteler Arasındaki İlişki Relationship Between Dihydropyrimidine Dehydrogenase Gene Polymorphism and Toxicities in Cancer Patients Receiving 5-Fluorouracil Tahsin YÜKSEL, Çiğdem CİNDOĞLUdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.74755 Sayfalar 87 - 94 Amaç: DPD (dihydropyrimidine dehydrogenase), mide, kolorektal ve meme kanserlerinin tedavisinde urasil, timin ve 5-florourasili parçalayan hız sınırlayıcı bir enzimdir. Bu çalışmada kemoterapiye bağlı toksisiteler ile DPD gen varyantları arasındaki ilişkiyi belirlemeyi, bu genetik farklılıkların sonuçlarını değerlendirmeyi ve DPYD genetik taramasını geleneksel kanser tedavi rejimlerine entegre etmeyi amaçladık. Yöntem: DPYD geninin tedavi öncesi veya tedavi sırasında toksisiteye neden olup olmadığını araştırmak için 2015’ten 2018’e kadar altmış iki hasta dosyası geriye dönük olarak gözden geçirildi. Kapsamlı muayeneler için bilgilendirilmiş onam ve etik izin alındıktan sonra toplam 50 hasta alındı. Amaç, yan etkilerin genetik nedenlerini ortaya çıkarmak ve tedavi yanıtlarını daha iyi anlamaktır. Bulgular: Elli kanser hastası üzerinde yaptığımız analiz, kemoterapide kullanılan floropirimidin bileşiklerine yanıt şiddetinin DPYD gen polimorfizmlerine bağlı olarak değiştiğini ortaya koydu. Bu mutasyonlar, diğer olumsuz etkilerin yanı sıra bağışıklık sistemlerini zayıflatabilen şiddetli nötropeniye duyarlılığı artırdı. Ayrıca IVS14 + 1G>A’nın, majör yan etkileri önleyebileceği için genetik taramanın planlama tedavisine dahil edilmesi gerektiğini gösteren yönetim üzerinde önemli bir etkisi olduğunu bulduk. Sonuç: Dehidrojenaz gen polimorfizmine bağlı dihidropirimidin, 5-FU ile tedavi edilirken ishal, bulantı, anemi, tyrostitopeni, nötropeni grade 3-4 yan etkileri gelişen gastrointestinal kanser olgularında ortaya çıkmıştır. Objective: Dihydropyrimidine dehydrogenase (DPD) is a rate-limiting enzyme that degrades uracil, thymine, and 5-fluorouracil, which are important for treating gastric, colorectal, and breast cancers. In this study, we aimed to determine the association between chemotherapy-related toxicities and DPD gene variants; evaluate the consequences of these genetic differences; and integrate DPYD genetic screening into conventional cancer treatment regimens. Methods: Sixty-two patient files from 2015 to 2018 were retrospectively reviewed to investigate whether the DPYD gene causes toxicity before or during treatment. A total of 50 patients were enrolled after receiving informed consent and ethical clearance for the comprehensive examinations. The aim of this study was to reveal the genetic causes of adverse effects and better understand treatment responses. Results: Our analysis of 50 patients with cancer revealed that the severity of response to fluoropyrimidine compounds used in chemotherapy varied depending on DPYD gene polymorphisms. These mutations increased susceptibility to severe neutropenia -which can weaken immune systems- among other negative effects. It also found that IVS14 + 1G>A had a significant effect on treatment outcome, indicating that genetic screening should be included in planning therapy as it can prevent major side effects. Conclusion: Dihydropyrimidine connected to dehydrogenase gene polymorphism occurred in patients with gastrointestinal cancer who developed diarrhea, nausea, anemia, thrombostitopenia, and grade 3-4 neutropenia side effects while receiving 5-FU. |
4. | Palyatif Bakım Veren Hemşirelerin Hasta Merkezli Bakım Yetkinliğinin Bakım Kalitesine Etkisi The Effect of Patient-centred Care Competence of Palliative Care Nurses on Quality of Care Ayşegül ÇELİK, Süleyman MERTOĞLUdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.94899 Sayfalar 95 - 101 Amaç: Bu çalışmanın amacı palyatif bakım veren hemşirelerin hasta merkezli bakım yetkinliğinin bakım kalitesine etkisinin belirlenmesidir. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki araştırma, Haziran-Ağustos 2023 arasında İzmir İl Sağlık Müdürlüğü’ne bağlı sağlık kurumlarında yürütülmüştür. Araştırma sağlık kurumlarının palyatif bakım birimlerinde aktif olarak görev alan 130 hemşire ile gerçekleştirilmiştir. Veriler “Kişisel Bilgi Formu”, “Hasta Merkezli Bakım Yetkinliği Ölçeği” ve “Hemşireler için Palyatif Bakım Kalitesi Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistikler, nicel değişkenler arasındaki ilişkinin değerlendirilmesinde Pearson korelasyon katsayısı kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin yaş ortalaması 36,69±7,5 olup, %94,6’sı kadındır. Hemşirelerin Hasta Merkezli Bakım Yetkinliği Ölçeği toplam puan ortalamaları 4,02±1,04; hasta bakış açılarına (perspektifine) saygı duymak, bakım süreçlerinde hasta katılımını teşvik etmek, hasta konforu sağlamak ve hastaları haklarını savunmak alt boyutlarına yönelik puan ortalamaları sırasıyla 4,01±1,05; 4,01±1,05; 4,08±1,11ve 3,98±1,08; Hemşireler için Palyatif Bakım Kalitesi Ölçeği’nden aldıkları toplam puan ortalaması ise 74,80±11,98 olarak tespit edilmiştir. Araştırmada Hemşirelerin Hasta Merkezli Bakım Yetkinliği Ölçeği ve Hemşireler için Palyatif Bakım Kalitesi Ölçeği toplam puan ortalamaları arasında pozitif yönlü orta düzeyde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir (r=0,319; p<0,001). Sonuç: Bu çalışmada palyatif bakım hemşirelerinin hasta merkezli bakım yetkinliklerinin ve yürüttükleri palyatif bakım hizmetleri kalitesinin yüksek düzeyde olduğu belirlenmiş, hasta merkezli bakım yetkinliklerinin palyatif bakım kalitesine etkisi olduğu gösterilmiştir. Objective: The aim of this study is to determine the effect of patient-centered care competence of palliative care nurses on the quality of care. Methods: The descriptive and cross-sectional study was conducted between June and August 2023 in health institutions affiliated to Izmir Provincial Health Directorate. The study was conducted with 130 nurses actively working in palliative care units of health institutions. Data were collected using “Personal Information Form”, “Patient-centered Care Competency Scale” and “Palliative Nursing Care Quality Scale”. Descriptive statistics were used to analyze the data and Pearson correlation coefficient was used to evaluate the relationship between quantitative variables. Results: The mean age of the nurses participating in the study was 36.69±7.5 years and 94.6% of them were female. The mean total scores of the nurses on the Patient-centered Care Competency Scale were 4.02±1.04; the mean scores for the sub-dimensions of respecting patient perspectives, promoting patient involvement in care processes, providing for patient comfort and advocating for patients were 4.01±1.05, 4.01±1.05, 4.08±1.11 and 3.98±1.08, respectively; and the mean total score on the Palliative Nursing Care Quality Scale was 74.80±11.98. In the study, a positive moderate statistically significant relationship was found between the mean total scores of the Patient-centered Care Competency Scale and the Palliative Nursing Care Quality Scale (r=0.319; p<0.001). Conclusion: In this study, it was determined that palliative care nurses’ Patient-centered Care Competencies and the quality of palliative care services they provide are at a high level, and it was shown that Patient-centered Care Competencies have an effect on palliative care quality. |
5. | ABO Kan Grubu Uyuşmazlığı Olan Yenidoğanlarda Kord Kan COHb Düzeyinin Yenidoğan Sarılığı Riskini Öngörmedeki Rolü Role of COHb Level in Newborns with ABO Blood Group Incompatibility in Predicting Newborn Jaundice Risk Kazım DARKA, Şahin TAKCIdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.06432 Sayfalar 102 - 107 Amaç: Hiperbilirubinemili yenidoğanlarda potansiyel beyin hasarı riski vardır ve yenidoğanların en az üçte ikisi yaşamlarının ilk haftasında klinik sarılık belirtileri gösterir. ABO uyuşmazlığı olan yenidoğanlarda kord karboksihemoglobin (COHb) ile postnatal 24. saat total serum bilirubin (TSB) düzeyi arasındaki ilişkiyi öngörmeyi hedefledik. Yöntem: Retrospektif kohort analizi kullanılarak yapılan bu çalışma, Ocak 2019 ile Aralık 2023 tarihleri arasında Tokat Gaziosmanpaşa Üniversite Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde takip edilmiş 35. gebelik haftasından büyük yenidoğanlar ile gerçekleştirildi. Hastalar üç gruba ayrıldı; Grup 1: ABO uyuşmazlığı ve direkt Coombs (DC) pozitif yenidoğanlar, Grup 2: ABO uyuşmazlığı ve DC negatif yenidoğanlar, Grup 3: ABO uyuşmazlığı olmayan ve bilinen hemoliz risk faktörü olmayan yenidoğanlar. Bulgular: Çalışmaya 3 grupta toplam 292 hasta dahil edildi. Grup 1, 93 hastadan, Grup 2, 99 hastadan ve Grup 3, 100 hastadan oluşuyordu. Yenidoğan kord COHb ortalaması %1,59±0,56, kord bilirubini ortalaması 3,12±2,05 mg/dL, 24. saat TSB ortalaması 6,40±1,99 mg/dL, kord kan gazındaki hemoglobin ortalaması 18,06±2,57 g/dL olarak belirlendi. Birinci grupta kord COHb ile 24. saat TSB arasındaki korelasyon yüksek ve istatistiksel olarak anlamlıydı. İkinci grupta kord COHb ve 24. saat TSB korelasyonu düşük ve istatistiksel olarak anlamlıydı. Sonuç: Bu çalışma, ABO uyuşmazlığı olan yenidoğanlarda doğum sonrası 24. TSB düzeyini tahmin etmede COHb kullanımının akla yatkın olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Objective: Neonates with hyperbilirubinemia are at risk of brain damage, and at least two-thirds of neonates show clinical signs of jaundice in the first week of life. To predict the correlation between cord carboxyhemoglobin (COHb) with postnatal 24th-hour total serum bilirubin (TSB) level in newborns with ABO incompatibility. Methods: This retrospective cohort study included newborns older than 35 weeks of gestation who were followed up in the Neonatal Intensive Care Unit of Tokat Gaziosmanpaşa University Hospital between January 2019 and December 2023. Patients were divided into three groups; Group 1: ABO incompatibility with direct Coombs (DC) positive newborns, Group 2: ABO incompatibility and DC negative newborns, and Group 3: ABO incompatibility with no known hemolysis risk factors. Results: A total of 292 patients in 3 groups were included in the study. Group 1 consisted of 93 patients, Group 2 consisted of 99, and Group 3 consisted of 100. The mean newborn cord COHb was 1.59±0.56%, the mean cord bilirubin was 3.12±2.05 mg/dL, the mean 24-h TSB was 6.40±1.99 mg/dL, and the mean cord blood gas hemoglobin was 18.06±2.57 g/dL. In the first group, the correlation between cord COHb and 24-h TSB was high and statistically significant. In the second group, the correlation between cord COHb and 24-h PTH was low and statistically significant. Conclusion: The use of COHb as a predictor of 24-h postnatal TSB levels in ABO-incompatible neonates is plausible. |
6. | Meme Kanseri Hastalarında Kemoterapiye Bağlı Periferik Nöropati ile İlişkili Algılanan Semptomlara Bir Bakış: Kesitsel Bir Çalışma View of Perceived Symptoms Associated with Chemotherapy-induced Peripheral Neuropathy in Patients with Breast Cancer: A Cross-sectional Study Alper TUĞRAL, Murat AKYOLdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.17363 Sayfalar 108 - 115 Amaç: Bu kesitsel çalışmanın amacı, taksan bazlı kemoterapi uygulanan meme kanserli hastalarda algılanan kemoterapi ilişkili periferik nöropati (CIPN) semptomlarını değerlendirmektir. Yöntem: Taksan bazlı kemoterapi uygulanan toplam 74 meme kanseri hastası tarandı ve bu çalışmaya katılmaya davet edildi. Algılanan CIPN semptomları, sistemik tedavilerinin bir buçuk ay içinde tamamlanmasının ardından Avrupa Kanser Araştırma ve Tedavi Örgütü-Kemoterapiye Bağlı Periferik Nöropati (EORTC-CIPN20) anketi aracılığıyla değerlendirildi. Her hasta için duyusal, motor ve otonom alt ölçek puanları hesaplandı ve analiz edildi. Bulgular: Bu çalışma 52 meme kanseri hastası ile tamamlandı. Ortalama maruz kalınan toplam doz 2093,92±1266,22 mg idi. Adjuvan ve neoadjuvan kemoterapi oranı benzerdi (n=25 vs. n=27). Hastaların çoğu meme koruyucu cerrahi geçirmiş idi (%65,4). Kemoterapi rejimi sırasıyla kombine antrasiklin ve paklitaksel (n=28), dosetaksel (n=14) ve kombine antrasiklin, pertuzumab, trastuzumab ve dosetaksel (n=10) idi. Modifiye radikal mastektomi (MRM) uygulanan hastalar, EORTC-CIPN20’nin motor fonksiyon alt ölçeğinin algılanan semptomlarında anlamlı derecede daha yüksek skorlar gösterdi (z=-2,838, p=0,005). EORTC-CIPN20’nin otonomik alt ölçeği yaş ile (r=-0,373, p=0,006) ve maruz kalınan toplam kemoterapi dozuyla (r=0,295, p=0,034) anlamlı korelasyon gösterdi. Sonuç: CIPN’ye katkıda bulunan bir faktör olarak kendini gösteren ameliyat türünde, özellikle MRM, daha fazla potansiyel kötüleşme için dikkate alınmalıdır. Bu sayede, sadece CIPN’nin sürekli takibinin değil, aynı zamanda CIPN’ye katkıda bulunan potansiyel faktörlerin yönetiminin de büyük önem taşıdığını belirtmek makul olacaktır. Objective: This cross-sectional study aimed to assess the perceived chemotherapy-induced peripheral neuropathy (CIPN) symptoms in patients with breast cancer who received taxane-based chemotherapy. Methods: A total of 74 patients with breast cancer who underwent taxane-based chemotherapy were screened and invited to participate in this study. Perceived symptoms of CIPN were assessed via the European Organization for Research and Treatment of Cancer-Chemotherapy Induced Peripheral Neuropathy (EORTC-CIPN20) questionnaire after the completion of systemic treatment within a month and a half. Sensory, motor, and autonomic subscale scores were calculated and analyzed for each patient. Results: This study included 52 patients with breast cancer. The mean total exposure dose was 2093.92±1266.22 mg. The rates of adjuvant and neoadjuvant chemotherapy were similar (n=25 vs. n=27). Most patients underwent breast-conserving surgery (65.4%). The types of chemotherapy regimen were combined anthracycline and paclitaxel (n=28), docetaxel (n=14), and combined anthracycline, pertuzumab, trastuzumab, and docetaxel (n=10). Patients who underwent modified radical mastectomy had significantly higher scores in the perceived symptoms of CIPN motor function subscale of EORTC-CIPN20 (z=-2.838, p=0.005). The autonomic subscale of EORTC-CIPN20 was significantly correlated with age (r=-0.373, p=0.006) and with the total exposure dose of chemotherapy (r=0.295, p=0.034). Conclusion: The type of surgery, specifically MRM, which has been emphasized as a contributing factor to CIPN, should be taken into consideration for further potential deterioration. By this means, it is reasonable to state that not only ongoing monitoring of the CIPN is of utmost importance, but also potential contributors to the management of the CIPN are of great importance. |
7. | Oral Liken Planus Dokularında Biglikan Aracılı TLR2/4 Sinyallemesine Bağlı Enflamasyon ve Otofaji Aktivasyonunun Araştırılması Investigation of Inflammation and Autophagy due to Biglycan-mediated TLR2/4 Signaling in Oral Lichen Planus Tissues Özlem Ceren GÜNİZİ, Hüseyin GÜNİZİ, Hamiyet ECİROĞLU, Fatma YILDIZdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.59389 Sayfalar 116 - 122 Amaç: Oral liken planus (OLP), etiyolojisi bilinmeyen, kronik enflamatuvar bir oral mukoza hastalığıdır. OLP patogenezinde hücresel immün yanıt, bazal membran ve hücre dışı matriks (ECM) molekülleri de dikkat çekmektedir. Biglikan (BGN), ECM’nin yapısal bir bileşenidir ve aynı zamanda bir sinyal molekülü olarak da görev yapar. Bu çalışmada OLP hastalarının patogenezinde BGN’nin Toll-like reseptörler (TLR)2/4-CD14 ve TLR4-CD44 aracılı sinyalleşme mekanizmaları üzerindeki rolünü, enflamasyon ve otofaji ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmamıza daha önceden OLP tanısı almış 21 hasta ve oral mukozası normal olan 21 hasta dahil edildi. Hastaların biyopsi örneklerinden RNA izole edildi ve BGN, TLR2, TLR4, CD14 ve CD44 moleküllerinin gen ekspresyonları kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu ve immünohistokimya ile analiz edildi. Bulgular: Bulgularımıza göre OLP hastalarından elde edilen dokularda BGN, TLR2, TLR4, CD14 mRNA düzeylerinin kat değişim oranları kontrol grubuna göre daha yüksekti. TLR2, TLR4, CD14 kat değişim oranları istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). CD44 ko-reseptör mRNA düzeyi kontrol grubunda daha yüksekti (p<0,05). İmmünohistokimyasal analize göre de benzer sonuçlar elde edildi. Sonuç: Dolaşımdaki çözünür BGN ekspresyonunun çeşitli hastalık modellerinde proenflamatuvar etkiye sahip olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada OLP hastalarının dokularındaki BGN düzeyleri kontrol grubuna göre daha yüksekti ancak bu istatistiksel olarak anlamlı değildi. Ancak OLP dokularında TLR2/4-CD14 seviyeleri yukarı doğru düzenlenirken, CD44 seviyeleri de aşağı doğru düzenlenmiştir. OLP’de enflamasyon sinyalinin aktive olduğunu ve otofajinin inhibisyon olduğunu öneriyoruz. OLP’de BGN’ye bağlı enflamasyon ve otofaji sinyali ilk kez değerlendirildi. Objective: Oral lichen planus (OLP) is a chronic oral mucosal disease of unknown etiology. Cellular immune response, basement membrane, and extracellular matrix (ECM) molecules are also noteworthy in the pathogenesis. We aimed to investigate the role of Biglycan (BGN) in Toll-like receptors (TLR)2/4-CD14 and TLR4-CD44 mediated signaling mechanisms in the pathogenesis of OLP. Methods: Twenty-one patients with a previous diagnosis of OLP and 21 patients with normal oral mucosa were included. RNA was isolated from biopsy samples of patients, and the gene expression of BGN, TLR2, TLR4, CD14, and CD44 was analyzed by quantitative real-time polymerase chain reaction and immunohistochemistry. Results: According to our findings, the fold change rates of BGN, TLR2, TLR4, and CD14 mRNA levels in tissues obtained from patients with OLP were higher compared with the control group. TLR2, TLR4, and CD14 fold change rates were statistically significant (p<0.05). CD44 co-receptor mRNA levels were higher in the control group (p<0.05). Similar results were obtained by immunohistochemical analysis. Conclusion: BGN expression has a pro-inflammatory effect in various disease models. The BGN levels in the tissues of patients with OLP were higher than those of the control group, but the difference was not statistically significant. However, TLR2/4-CD14 and CD44 levels were upregulated, as well as CD44 levels were downregulated. We suggest that inflammation signaling is activated and autophagy is inhibited in OLP. BGN-dependent inflammation and autophagy signaling in OLP are evaluated for the first time. |
8. | DEHB’li Çocuklarda Endişe Verici Gizem: Otonom Sinir Sistemi Disregülasyonu ve Metilfenidat Kullanımı The Worrying Mystery in Children with ADHD: Autonomic Nervous System Dysregulation and Methylphenidate Use Özlem TURAN, Abdullah KOCABAŞdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.04834 Sayfalar 123 - 128 Amaç: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan çocuklarda azalmış vagal tonus ve artmış kalp hızları nedeniyle kardiyovasküler komplikasyon riskinde artış gözlenebilir. Metilfenidat (MPH) sık kullanılan bir ilaçtır ve sempatomimetik etkileri çocuk doktorlarının tanı ve tedavi kararları verirken sıklıkla endişe duymalarına neden olmaktadır. Bu nedenle çalışmamızda, DEHB hastalarında kalp hızı değişkenliğini kullanarak MPH'nin kardiyovasküler sistem ve kalbin otonomik aktivitesi üzerindeki etkilerinin değerlendirmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamızda 33 hasta (9,7±2,6 yıl) ve 36 sağlıklı çocuğun (9,54±2,8 yıl) fizik muayene, kan basıncı (KB) ve 24 saatlik Holter monitörizasyonu bulguları retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca, MPH tedavisinin birinci ayının sonundaki bulgular hasta grubunda tedavi öncesi bulgularla karşılaştırılmıştır. Bulgular: Tanı anında sistolik ve diyastolik KB ölçümleri gruplar arasında benzerdi. Hastalarda tedavi sonrasında sistolik ve diyastolik KB’de hafif bir artış görüldü ancak istatistiksel olarak anlamlı değildi (sırasıyla p=0,059 ve p=0,063). Ancak, hasta grubunun kalp hızı ve QTc süresindeki artış istatistiksel olarak anlamlıydı (sırasıyla p=0,001 ve p<0,001). Zaman alanı analizlerinde anlamlı bir fark tespit edilmedi. Frekans alanı parametresi olarak sadece düşük frekans indeksi anlamlı şekilde azaldığı görüldü [871 ms2 (316,6-2198,6) vs. 788,1 ms2 (228,9-1950,3); p=0,039]. Sonuç: MPH tedavisinin DEHB tedavisinde önemli majör bir kardiyovasküler yan etkisi olmadığı gösterilmiştir. İlacın QTc süresini uzatabilecek diğer ilaçlarla birlikte reçete edilirken dikkat edilmesi gerekliliği; tedavi süresince ritim ve KB değerlerinin izlemi önerilmektedir. Objective: Children with attention deficit and hyperactivity disorder (ADHD) may have an increased risk of cardiovascular complications due to reduced vagal tone and increased heart rate (HR). Methylphenidate (MPH) is a frequently used drug, and its sympathomimetic effects often cause pediatricians to be concerned when making diagnostic and treatment decisions. We aimed to assess the effects of MPH on the cardiovascular system and autonomic activity of the heart using heart rate variability (HRV) in ADHD patients. Methods: We retrospectively analyzed physical examination, blood pressure (BP), and 24-hour Holter monitoring in 33 patients (9.7±2.6 years) and 36 healthy subjects (9.54±2.8 years). The results of the examinations at the end of the first month of MPH treatment were compared with the pre-treatment findings in the patient group. Results: Systolic and diastolic BP measurements were similar between the groups at diagnosis. The patients showed a mild increase in systolic and diastolic BP after treatment, but the differences were not statistically significant (p=0.059 and p=0.063, respectively). However, increase in heart rate and QTc duration on ECG was statistically significant in the patient group (p=0.001 and <0.001, respectively). We did not detect any significant differences in the time-domain analyses. Only the low-frequency index decreased significantly as a frequency domain parameter [871 ms2 (316.6-2198.6) vs. 788.1 ms2 (228.9-1950.3); p=0.039]. Conclusion: MPH has no significant cardiovascular side effects in ADHD. Attention should be paid when prescribing drugs that may prolong the duration of QTc; rhythm and BP should also be monitored during follow-up. |
9. | Üçüncü Basamak Bir Merkezde Amniyosentez Sonuçlarının Analizi: Retrospektif Bir Kohort Çalışması Analysis of Amniocentesis Results in a Tertiary Care Center: A Retrospective Cohort Study Raziye TORUN, Barış SEVER, Sevim TUNCER CAN, Ceren SAĞLAM, Mehmet ÖZER, Zübeyde EMİRALİOĞLU ÇAKIR, Alkım Gülşah ŞAHİNGÖZ YILDIRIM, Atalay EKİNdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.44712 Sayfalar 129 - 134 Amaç: Amniyosentez yapılan hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesidir. Yöntem: Eğitim ve araştırma hastanesiperinatoloji bölümünde, Mayıs 2021 ile Mayıs 2022 tarihleri arasında yapılan amniyosentez vakaları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastane veri tabanı incelenerek veriler toplandı. Hastaların demografik özellikleri, amniyosentez endikasyonları, yapılan işlemlerin klinik sonuçları incelendi. Bulgular: Mayıs 2021 ile Mayıs 2022 tarihleri arasında kliniğimizde toplam 579 hastaya amniyosentez işlemi yapıldı. Hastaların yaşlarının ve işlem anındaki gebelik haftalarının ortalamaları sırasıyla 32,28 (minimum 17, maksimum 50), 16,32 (minimum 14, maksimum 32) olarak saptandı. Amniyosentez işlemi; kliniğimizde en sık ikili tarama testinde risk artışı endikasyonu ile uygulandı. Amniyosentez materyalinden alınan örnekle yapılan kantitatif floresan polimeraz zincir reaksiyonu yöntemiyle yapılan anöploidi taramasında 17 hastanın kromozom analizi net yapılamamıştır. Uzun süreli hücre kültürü sonuçları 38 hastanın anormal olarak tespit edildi. Sonuç: Amniyosentez sıklıkla uygulanan bir fetal invaziv karyotipleme işlemidir. En sık tarama testlerindeki risk artışı endikasyonları ile yapılır. Tecrübeli eller tarafınca uygulandığında oldukça güvenli bir prosedürdür. Objective: To investigate the results of patients who underwent amniocentesis. Methods: Information about patients who underwent amniocentesis between May 2021 and May 2022 at the perinatology department of training and research hospital was obtained from the database and evaluated. The demographic characteristics of the patients, indications for amniocentesis, and clinical results of the procedures were also evaluated. Maternal age, gestational age at the time of amniocentesis, amniocentesis indication, and karyotyping results were reviewed and analyzed. Results: A total of 579 patients were included in the study. The mean ages of the patients and weeks of gestation at the time of the procedure were 32.28 (minimum 17, maximum 50) and 16.32 (minimum 14, maximum 32), respectively. Amniocentesis was most frequently performed in our clinic, with an indication for increased risk according to the dual screening test. Clear chromosome analysis could not be performed using the quantitative fluorescent polymerase chain reaction method in 17 patients, and 38 patients had an abnormal result for long-term cell culture. Conclusion: Amniocentesis is a frequently used fetal invasive karyotyping procedure. Amniocentesis indications are increasing with the progress of prenatal diagnosis. It is a relatively safe procedure when performed by experienced hands. |
10. | Hayatı Tehdit Eden Bir Çevresel Acil: Çocukluk Çağı Boğulmaları A Life-threatening Environmental Emergency: Childhood Drowning Gamze GÖKALP, Tuğçe NALBANT, Yüksel BICILIOĞLU, Şefika BARDAK, Gülşah DEMİR, Alper ÇİÇEK, Emel BERKSOYdoi: 10.4274/forbes.galenos.2024.97752 Sayfalar 135 - 143 Amaç: Çocukluk çağında boğulma, dünya çapında yaygın bir çevresel acil durumdur. Bu çalışmada boğulma ve ölümcül olmayan boğulma (ÖOB) olgularını inceleyerek takip sırasında hangi parametrelerin prognozu tahmin edebileceğini belirlenmeye çalışılmıştır. Yöntem: Bu çalışma üçüncü basamak bir pediatrik acil serviste gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın evrenini 2008-2021 yılları arasında boğulma/ÖOB olguları oluşturmuştur. Yaş, cinsiyet, boğulma mekanizmaları, laboratuvar tetkikleri ve sonuçları analiz edilmiştir. Veriler hastane otomasyon sisteminden elde edilmiştir. Her olgu için Szpilman skoru (SC) hesaplanmıştır. Bulgular: Çalışmaya toplam 150 olgu dahil edildi. Olguların yaşları 5,2±3,8 idi. Ortalama Glasgow Koma Skalası (GCS) skoru 12,2±3,8 olarak bulundu. Olguların 75’ine (%50) kardiyopulmoner resüsitasyon (CPR) uygulandı ve 30 olgu (%20) entübe edildi. Olgular yoğun bakımda yatanlar ve acil serviste takip edilenler olmak üzere iki gruba ayrıldı. Takip grubunun ortalama SC’si 1,4±0,6, yoğun bakım grubunun ortalama SC’si 4,6±1,4 idi (p<0,01, T=19,3). SC ve GCS arasında güçlü bir negatif korelasyon bulundu (p<0,01, r=-929) ve solunum destek sistemleri sıralaması (basitten karmaşığa) ile SC arasında güçlü bir pozitif korelasyon bulundu (p<0,01, r=827). Sonuç: Yüksek SC, CPR, düşük GCS, genç yaş ve düşük kan pH’sının yoğun bakıma yatış oranını artırdığı görüldü. Objective: Childhood drowning is a common environmental emergency worldwide. In this study, we examined drowning and non-fatal drowning (NFD) cases and tried to determine which parameters could predict prognosis during follow-up. Methods: This study was conducted in a tertiary pediatric emergency room. The study population comprised cases of drowning/NFD between 2008 and 2021. Age, gender, and drowning mechanisms. Laboratory examinations, and the outcomes of these cases were analyzed. The data were obtained from the hospital automation system. The Szpilman score (SC) of each patient was calculated. Results: A total of 150 cases were included in the study. The ages of the cases were 5.2±3.8. The mean Glasgow Coma Scale (GCS) score was found to be 12.2±3.8. Cardiopulmonary resuscitation (CPR) was performed in 75 cases (50%), and 30 cases (20%) patients were intubated. Cases were divided into two groups: those in the intensive care unit and those followed in the emergency department. The mean SC of the follow-up group was 1.4±0.6, and the mean SC of the intensive care group was 4.6±1.4 (p<0.01, T=19.3). A strong negative correlation was found between the SC and GCS (p<0.01, r=-929) and a strong positive correlation was found between the respiratory support system ranking-from simple to complex-and the SC (p<0.01, r=827). Conclusion: High SC, CPR, low GCS, young age, and low blood pH were associated with an increased rate of intensive care unit admission. |
OLGU SUNUMU | |
11. | Mekanik Barsak Obstruksiyonun Nadir Bir Sebebi: Çekal Endometriozis Rare Case of Mechanical Intestinal Obstruction: Cecal Endometriosis Can UÇ, Pınar ERKAN UÇ, Osman BOZBIYIKdoi: 10.4274/forbes.galenos.2023.30922 Sayfalar 144 - 146 Çekal endometriozis nadir görülen klinik bir tablodur. Rektosigmoid bileşke tutulumuna bağlı olarak gelişen mekanik barsak obstruksiyonu görece sık görülebilse de çekal endometriozise bağlı mekanik barsak obstruksiyonu karşımıza ender olarak çıkmaktadır. Olgumu sunumumuzda çekal endometriozise bağlı gelişen mekanik barsak obstruksiyonu gelişen bir olguyu tartışacağız. Yirmi sekiz yaşında kadın hasta bir haftadır devam eden karın ağrısı, bulantı, kusma ve kabızlık şikayetleriyle genel cerrahi servisine başvurdu. Çekum tümörü ön tanısıyla hastaya sağ hemikolektomi uygulandı. Patolojik incelemede çekal endometriozis saptandı. Barsak endometriozisi, spesifik olmayan gastrointestinal şikayetleri olan ve üreme çağındaki kadınlarda mekanik barsak tıkanıklığına neden olan kitleleri olan hastalarda akılda tutulması gereken bir tanıdır. Cecal endometriosis is an extremely rare condition. Mechanical intestinal obstruction is a rare clinical entity, particularly due to cecal endometriosis. We discuss a case of mechanical intestinal obstruction due to cecal endometriosis. A 28-year-old woman was admitted to the general surgery department with complaints of abdominal pain, nausea, vomiting, and obstipation for 1 week. A mass in the cecum was found, and right hemicolectomy was performed. Pathological examination revealed cecal endometriosis. Intestinal endometriosis is a diagnosis that should be considered in patients with nonspecific gastrointestinal complaints and masses causing mechanical intestinal obstruction in women of reproductive age. |