e-ISSN: 2757-5241
FORBES JOURNAL OF MEDICINE - Forbes J Med: 2 (2)
Volume: 2  Issue: 2 - 2021
1.Cover

Page I

2.Advisory Board

Pages II - III

3.Manuscript Preparation

Pages IV - IX

4.Contents

Page X

REVIEW ARTICLE
5.Preoperative Radiological Assessment of The Total Knee Arthroplasty
Atilla Hikmet Cilengir, Suat Dursun, Kazim Ayberk Sinci, Ozgur Tosun
doi: 10.5222/forbes.2021.35119  Pages 67 - 73
Total diz artroplastisi (TDA) semptomları azaltabilen ve eklem fonksiyonlarını eski haline getirebilen bir cerrahi yöntemdir. Bu operasyonun uzun vadeli başarısı, protez malzemesinin implantasyonu öncesinde doğru anatomik ve mekanik planlamaya bağlıdır. Doğru implant dizilimi ve anatomik denge, daha başarılı klinik sonuçlar ile protez materyalinin daha uzun süre kullanılabilmesini sağlar. Uygun olmayan preoperatif planlama, implantın gevşemesine ve diz ekleminde artan yüke neden olabilir. Konvansiyonel radyografiler bu amaçla en sık kullanılan görüntüleme yöntemidir. Bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme ise gerekli durumlarda kullanılabilir. Ayrıca, bilgisayar destekli sistemler devreye girmiş ve başarılı sonuçlar bildirilmiştir. Komplike olmayan TDA sonrası erken radyografik değerlendirme gerekli değildir. Preoperatif görüntülemenin hastalığın ciddiyetini değerlendirmek, rezerv kemik dokusunu incelemek, ilgili anatomiyi gözden geçirmek, hangi implant ve cerrahi yaklaşımın uygulanacağına karar vermek gibi birçok amacı vardır. Bu yazıda, daha iyi klinik sonuçlar elde etmek amacıyla TDA öncesi yapılan gerekli ve ayrıca yardımcı radyolojik değerlendirmeleri sunmayı amaçladık.
Total knee arthroplasty (TKA) is a surgery method that can reduce symptoms and restore joint functions. Long-term success of this operation depends on the correct anatomical and mechanical planning before the prosthetic material implantation. Accurate implant alignment together with anatomical balance provides more successful clinical outcomes and longer duration of the prosthetic material. Improper preoperative planning may cause implant loosening and increased load on the knee joint. Conventional radiographs are the most frequently used imaging methods for this purpose. Computed tomography and magnetic resonance imaging may be used in required cases. In addition, computer-aided systems have come into use and successful results have been reported. Early radiographic evaluation is unnecessary after an uncomplicated TKA. Preoperative imaging has several aims such as to assess the severity of the disease, to analyze the reserve bone tissue, to review the relevant anatomy, and to decide which implant and surgical approach will be applied. In this article, we aimed to present the necessary and also auxiliary radiological evaluations made before TKA in order to achieve better clinical results.

ORIGINAL RESEARCH
6.The Effect of COVID-19 Pandemic on the Hip Fractures in Advanced Age
Ahmet Metin Özsezen, Ahmet Burak Bilekli, Anıl Özgür, Onur Denizhan Sivri, Çağrı Neyişci, Yusuf Erdem
doi: 10.5222/forbes.2021.94830  Pages 74 - 78
Amaç: Ev içi düşük enerjli travmalar sonrası gelişen kalça kırıkları, yaşlı popülasyonda önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Kovid-19 pandemisinde ileri yaşlı insanların sokağa çıkma kısıtlamaları ile bulaşıcılık azalsa da, ev içinde yaşanan travmalar azalmamakta ve farklı morbiditelere de yol açmaktadır. Bu çalışmada, pandemi sürecinde gelişen ev içi düşmelere bağlı kalça kırıklarının epidemiyolojik verilerini 2019 yılının aynı zaman aralığında gelişen kırık verileri ile karşılaştırmayı amaçladık.
Yöntem: Retrospektif olarak planlanan çalışmamızda, 1 Mayıs 2020 - 30 Kasım 2020 tarihleri arasında kalça kırığı nedeniyle hastaneye yatırılan 65 yaş üstü hastalar, 1 Mayıs 2019 - 30 Kasım 2019 arasındaki benzer kohort ile karşılaştırıldı. Hastalar demografik özellikleri, American Society of Anesthesiologists (ASA) sınıflandırma skorları, anestezi tipi, cerrahiye kadar geçen süre, komorbiditeler, cerrahi tedavi yöntemi, postoperatif yoğun bakım ihtiyacı, postoperatif komplikasyonlar ve mortalite açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmamıza toplam 210 hasta dahil edildi. Demografik özellikler ve ASA puanları açısından gruplar arasında anlamlı bir fark yoktu. 2020 grubunda Kovid-19 PCR pozitif olan sekiz hasta (% 8.6) vardı. PCR ile kanıtlanmış Kovid-19’a bağlı bir ölüm saptanmadı. Ameliyathaneye girme süresi, kırık tipi, anestezi tipi iki grup arasında farklılık göstermedi. Komorbidite oranları 2019 grubunda pulmoner ve kardiyovasküler alanda anlamlı olarak yüksekti. Postoperatif yoğun bakım ihtiyacı 2020 grubunda daha yüksek saptandı. 90 günlük mortalite açısından iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Sonuç olarak, literatürde tanımlanan yüksek mortalite oranlarına rağmen çalışmamızda Kovid-19 ile bağlantılı bir mortalite görülmemiştir. Kalça kırıkları ev içi düşük enerjili travmalar ile geliştiği için sosyal mobilizasyonda yaşanan değişikler ile sıklıklarının değişmediği saptanmıştır. Bu hasta grubundaki bilgilerin tüm merkezlerce raporlanması yaşanan bu özel süreçte kalça kırıklarının yönetiminde önemli bilgiler sağlayacaktır.
Objective: Hip fractures due to domestic low-energy traumas are common problems that can cause significant morbidity and mortality in the elderly population. Since the Covid-19 outbreak, although the lock-down of older people could decrease contagion,the incidence of domestic traumas did not decrease, and led to development of various comorbidities. In this study, we aimed to compare the epidemiology of hip fractures in 6 months of the pandemic in 2020, with the equivalent 6-month period in the previous year to determine the relationship between lock-down and hip fractures due to domestic falls.
Method: In this retrospective study, patients over 65 years old who were hospitalized due to hip fractures between May 1st, 2020 - November 30th, 2020 were compared with the similar cohort hospitalized between May 1st, 2019 - November 30th, 2019. The patients were compared in terms of demographic characteristics, American Society of Anesthesiologists (ASA) scores, type of anesthesia, time until surgery, comorbidities, surgical treatment modality, need for postoperative primary care unit, postoperative complications, and mortality.
Results: Overall, 210 patients were included in our study. There was no significant difference between the groups regarding demographic characteristics and ASA scores. In the 2020 group, there were eight patients (8.6%) who were Covid-19 PCR- positive. There was no death proven by PCR that was related to COVID-19 disease. Time to surgery, fracture type, anesthesia type did not differ between the two groups. The need for a postoperative primary care unit was higher in the 2020 group. Ninety-day mortality rates were not significantly different between the two groups.
Conclusions: In conclusion, despite higher mortality rates described in the literature, there was no Covid -19 associated mortality in our study. Hip fractures in the elderly did not alter with social mobilization; hence they usually occur due to domestic low- energy traumas. Reporting of the information in this patient group by all centers will provide important data in the management of hip fractures in this special process.

7.Evaluation of Clinical and Radiological Indicators of Childhood Head Trauma
Münevver Yılmaz, Ayse Berna Anil, Murat Anil, Mehmet Helvacı
doi: 10.5222/forbes.2021.49404  Pages 79 - 86
Amaç: Bu çalışmanın amacı, künt kafa travması nedeniyle çocuk acil servisine başvuran hastaların yaralanmaya bağlı klinik ve radyolojik bulgularını değerlendirmek; travmatik beyin yaralanmasının klinik işaretlerini ve uzun dönemde prognoza etkilerini belirlemektir.
Yöntem: Çocuk Acil Servisi’ne kafa travması nedeniyle başvuran olgular prospektif olarak incelendi. Olgularda Beyin tomografisi (BT) çekme kararı izleyen hekimin kararına bırakıldı. Olguların Glascow Koma (GKS) ve Pediatrik Travma Skorları (PTS) hesaplandı. Olgular hastaneden taburcu olduktan 6 ay sonra nörolojik olarak değerlendirildi.
Bulgular: Toplam 707 çocuk hasta [ortalama yaş: 59,8±42,6 ay; dağılım: 1 ay-13 yaş; 263 (%37,2) kız] prospektif olarak değerlendirildi. Yüz bir olguda (%45,9) patoloji saptandı [(epidural hematom, 14; subdural hematom,11; beyin ödemi, 36; intraserebral hematom, 6; subaraknoid kanama, 8; serebral kontüzyon, 22 ve kafa kırığı, 72 (%10,1)]. On yedi (2,4%) hasta operasyona alındı. Yedi (%1,4) olgu kaybedildi. İki yaşından küçüklerde kusma, takipne, fokal nörolojik bulgu, multitravma, GKS<15 ve düşük PTS saptananlarda travmatik beyin yaralanması daha sıktı (p<0,05). İki yaşından büyüklerde kusma, GKS<15 ve düşük PTS saptananlarda travmatik beyin yaralanması daha sıktı (p<0,05). Altıncı ayda iki yaşından küçük minör tavmalı hastalarda nörolojik sekel saptanmadı. İki yaşından büyüklerde travma sonrası bilinç kaybı öyküsü, nabız sayısı, solunum ve kan basıncı anormallikleri, fokal nörolojik bulgu, düşük GKS ve PTS nörolojik sekel kalanlarda daha sıktı (p<0.05).
Sonuç: Fizik bakı bulguları, GKS ve PTS düzeyleri yaralanmanın kısa ve uzun dönem sonuçlarını öngörmede faydalı araçlardır.
Objective: The aim of this study is to determine the clinical signs of traumatic brain injury and its long-term effects on prognosis by evaluating the clinical and radiological findings of the patients admitted to the pediatric emergency department due to blunt head trauma.
Method: The cases who applied to the pediatric emergency department due to head trauma were examined prospectively. Glaskow Coma (GCS) and Pediatric Trauma Scores (PTS) were calculated. The patients were evaluated neurologically 6 months after they were discharged.
Results: A total of 707 pediatric patients [mean age: 59.8 ± 42.6 months; range: 1 month to 13 years; 263 (37.2%) girls] were evaluated prospectively. Pathology was detected in 101 cases (45.9%) [(epidural hematoma, 14; subdural hematoma, 11; brain edema, 36; intracerebral hematoma, 6; subarachnoid hemorrhage, 8; cerebral contusion, 22. Seventy-two (10.1%) patients had skull fractures.] Seventeen cases (2.4%) were operated, and 7 (1.4%) cases were lost. In children aged < 2 years vomiting, tachypnea, focal neurological findings, multitrauma, GCS <15 and low PTS were more common with traumatic brain injury (p <0.05). Vomiting, GCS <15 and low PTS were more common in children >2 years old and with traumatic brain injury (p <0.05). Neurological sequelae were not detected in patients aged <2 years with mild trauma. Loss of consciousness, pulse rate, respiratory and blood pressure abnormalities, focal neurological findings, low GCS and PTS were more common in children aged >2 years and with neurological sequelae (p <0.05).
Conclusion: Physical examination findings, GCS, and PTS levels are useful tools in predicting the short- and long-term consequences of the injury.

8.Salmonella infections in children: Change of Clinical Characteristics and Antibiotic Resistance Pattern during Years
Kamile Ötiken Arıkan, Gülsüm Biten Güven
doi: 10.5222/forbes.2021.57070  Pages 87 - 91
Amaç: Bu çalışmanın amacı, üçüncü basamak bir hastanede Salmonella enfeksiyonu tanısı alan çocuk hasta sayısının son 10 yıldaki değişimini ve antibiyotik direnç profilini incelemektir.
Yöntem: Bu kesitsel çalışmada, Ocak 2009 ve Temmuz 2019 tarihleri arasında Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi e ateş ve/veya akut gastroenterit kliniği ile başvuran ve Salmonella üremesi olan 18 yaş altı çocuk hastalar dâhil edilmiştir. Hastaların sosyodemografik, klinik özellikleri, Salmonella suşlarının serotip dağılımı, antibiyotik direnç profili kaydedilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya ortanca yaşı 48,5 ay (4-191 ay) olan 68 (%50)’i kız, 68 (%50)’i erkek (K/E: 1) olan toplam 136 hasta dâhil edilmiştir. Salmonella izolatlarının 13 (%9,6)’ü bir yaş altında, 85 (%62,5) beş yaş altında, 51 (%37,5) beş yaş üstünde izole edilmiştir Salmonella üremesi olan örneklerinin 128 (%94,1)’i gayta kültüründen, 5 (%3,7)’i idrar kültüründen, 3 (%2,2)’ü, kan kültüründen izole edilmiştir. Salmonella üremesi saptanan hasta sayısı 2008-2013 yılları arasında 50 (%36,8) iken, 2014-2019 yılları arasında 86 (%63,2) olarak saptanmıştır. En sık izole edilen serogrup A (%25,7) olmak üzere, serogrup B (%3,7), serogrup C (%0,7), serogrup D (%1,5) de izole edilmiştir. İzole edilen Salmonella türlerinde ampisilin direnci %15,4, trimetoprim sulfametaksazol direnci %5,1, siprofloksasin direnci %3,7, sefotaksim direnci %2,2, seftriakson direnci %1,5, levofloksasin direnci %0,7 olarak saptanmıştır.
Sonuç: Son 5 yılda Salmonella enfeksiyonlarında artış dikkat çekmiştir. Akut gastroenterit ile başvuran çocuk hastalarda özellikle kanlı-mukuslu ishal var ise Salmonella enfeksiyonları akla gelmelidir.
Objective: The aim of this study was to evaluate change of Salmonella infections and antibiotic resistance of patterns in the last 10 years in a tertiary pediatric carecenter in Turkey.
Method: In this cross-sectional t study, pediatric patients under 18 years old with complaints of fever and/or acute gastroenteritis and culture positivity of Salmonella spps between January 2009 and July 2019 were included.Clinical characteristics, antibiotic susceptibility tests were recorded.
Results: Totally 136 patients,68 (50%) male with a median age of 48.5 months (4-191) were included. Thirteen (9.6%) Salmonella spps were isolated from patients under 1 year old, eighty five (62.5%) under 5 years-old, fifty one (37.5%) above 5 years old of age.Salmonella spps were isolated from stool culture (n=128,94.1%),from urine culture (n=5, 3.7%), 3 (2.2%) from blood culture. Fifty (36.8%) Salmonella spps were isolated between years of 2008-2013, eighty six (63.2%) between years of 2014-2019. The most commonly isolated serogroup was serotype A (25.7%), and serogroup B (3.7%), serogroup C (0.7%) and serogroup D (1.5%) respectively.Antibiotic resistance of Salmonella spps were as follows ampicillin (15.4%), trimethoprim sulfamethaxazole (5.1%), ciprofloxacin (3.7%), cefotaxim (2.2%),ceftriaxone (1.5%),levofloxacine (0.7%) respectively.
Conclusions: Increase in cases with Salmonella spp in the last 5 years was noticed. Salmonella infection must be kept in mind in case of acute gastroenteritis, especially in mucous and bloody cases, in children.

9.Evaluation of the Relationship of PD-L1 and FOXP3 Expressions With Clinicopathological Parameters in Gastric Carcinomas
Sevil Sayhan, Gulden Diniz, Duygu Ayaz, Dudu Solakoglu Kahraman, Pınar Ayvat, Bulent Calik
doi: 10.5222/forbes.2021.94840  Pages 92 - 98
Amaç: Mide kanserleri tanı anında genellikle ileri aşamadadır ve sağ kalım oranları çok düşüktür. Bu çalışmanın amacı mide karsinomlarında PD-L1 ekspresyonunun prognostik değerini belirlemek ve tümör mikro çevresindeki FOXP3 pozitif Treg hücrelerinin varlığını saptamaktır.
Yöntem: Bu çalışmada, 2011-2015 yılları arasında gastrektomi uygulanan 125 mide kanserinde PD-L1 ve FOXP3 ekspresyonları immünohistokimyasal yöntemler kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 64,18±12,3 yıl olup, hastalar ortalama 29,6±26,4 ay takip edildi. Sadece 2 (%1,6) vakada tümör hücrelerinde PD-L1’in zayıf membranöz ekspresyonları vardı. PD-L1 pozitif inflamatuvar hücreler de 2 (%1,6) olguda görüldü. PD-L1 ekspresyonu ile hayatta kalma süreleri arasında anlamlı bir ilişki yoktu (p = 0,690). Elli yedi (%45,6) vakada FOXP3 pozitif lenfosit tespit edildi. FOXP3 pozitif hücrelerin sayısı 1 ile 55 / BBA arasında değişiyordu. Hayatta kalma süreleri ile Treg varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki yoktu (p=0,793). Yirmi iki olgu (%17,6) Her2 pozitif olarak değerlendirildi. Her2 pozitifliği ile perinöral invazyon arasında istatistiksel ilişki vardı (p=0,006). Sağkalım ile nodal metastaz (p=0,004), pT evresi (p<0,01) ve perinöral invazyon varlığı (p=0,010) gibi bazı prognostik faktörler arasındaki istatistiksel anlamlılık belirlendi.
Sonuç: Bu çalışma, PD-L1 pozitifliğinin mide tümörigenezi üzerine etkili olmadığını göstermiştir. Treg enflamatuar hücrelerin varlığı ile PD-L1 ekspresyonu arasında pozitif bir korelasyon bulduk. Ancak bu ilişki istatistiksel analizlerle kanıtlanamadı. Ancak PD-L1 ekspresyonu sadece 4 vakada tespit edildiğinden, bu bulguların daha geniş serilerde doğrulanması gerekir.
Objective: At the time of diagnosis, gastric cancers are generally at an advanced stage and the survival rates are very low. The aim of this study is to determine the prognostic values of PD-L1 expression in gastric carcinomas and to detect the presence of FOXP3- positive Treg cells in tumor microenviroment.
Method: In this study, PD-L1 and FOXP3 expressions were evaluated in 125 patients with gastric carcinoma who had undergone gastrectomy between 2011, and 2015.
Results: The mean age of the patients was 64.18±12.3 years and the patients were followed up for a mean period of 29.6±26.4 months. In only 2 (1.6%) cases there were weak membranous expressions of PD-L1 in tumor cells. PD-L1- positive inflammatory cells were also seen in tumors of 2 (1.6%) cases. There was no significant relationship between PD-L1 expression and survival times (p= 0.690). In 57(45.6%) cases, FOXP3- positive lymphocytes were detected. The number of FOXP3-positive cells ranged between 1 and 55/HPF. There was no statistically significant correlation between the survival times and presence of Tregs (p=0.793). Twenty-two cases (17.6%) were evaluated as HER2-positive. There was a statistical relationship between HER2-positivity and perineural invasion (p=0.006). Statistical significance between survival and some prognostic factors such as nodal metastasis (p=0.004), pT stage (p<0.01) and presence of perineural invasion (p=0.010) was determined.
Conclusion: This study has demonstrated that the PD-L1 positivity was not effective on gastric tumorigenesis. We have found a positive correlation between the presence of Treg inflammatory cells and PD-L1 expression. But this relationship could not be proved by statistical analyses. However since PD-L1 expression was detected in only 4 cases, these findings should be confirmed in larger series.

10.Remodeling in Patients with in Situ Fixation for a Slipped Capital Femoral Epiphysis
Ismail Eralp Kacmaz, Meliksah Uzakgider, Vadym Zhamilov, Can Doruk Basa, Ali Reisoglu, Haluk Agus
doi: 10.5222/forbes.2021.92485  Pages 99 - 107
Amaç: Bu çalışmada femur başı epifiz kayması (FBEK) nedeniyle in situ fiksasyon uygulanan hastalarda epifiz kapanana kadar oluşan remodelasyon miktarı ve buna etki eden faktörler araştırılmıştır.
Yöntem: Ocak 2010- Ocak 2015 tarihleri arasında FBEK nedeniyle opere edilen hastalar retrospektif olarak tarandı. Yaş ortalaması 12,6 ± 1,9 olan 23 erkek ve 7 kız hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların cinsiyet, yaş, taraf, travma öyküsü ve kalça röntgenleri değerlendirildi. Röntgenlerde Southwick ve alfa açıları ölçüldü. Kalça ağrısı süresine göre hastalar üç gruba (akut, kronik, kronik zeminde akut) ayrıldı. İstatistiksel analizler SPSS 25.0 (IBM Corp., Armonk, NY) program ile; % 95 güven aralığında ve p <0.05 istatistiksel anlamlılık gösterdiği kabul edilerek yapıldı.
Bulgular: Ön arka ve yan grafilerde ölçülen deplasman açıları ameliyat öncesi sırasıyla ortalama 15,03° ± 9,1° ve 25,93° ± 14,1°; epifiz kapandıktan sonra ise 11,63° ± 8,7° ve e°’idi. Alfa açıları ise ameliyat öncesinde ve epifiz kapandıktan sonra sırasıyla 52,33° ± 11,6° ve 47,87° ± 11,8°’idi. Ön arka ve yan grafilerde ölçülen deplasman açılarına göre istatistiksel anlamlı remodelasyon saptandı. Ameliyat öncesindeki deplasman açısının fazla olması daha az remodelasyonla ilişkili bulundu.
Sonuç: Ameliyat öncesindeki deplasman miktarı remodelasyonu etkilemektedir. Ciddi epifizyal deplasmanı olan hastalarda açık redüksiyon bir seçenek olmasına rağmen in situ fiksasyon daha az invaziv ve daha fizyolojik olması nedeniyle göz önünde bulundurulmalıdır.
Objective: This study has investigated the amount of bone remodeling in patients with a slipped capital femoral epiphysis (SCFE) treated with in situ fixation until closure of the epiphysis and the factors affecting remodeling.
Method: Patients who underwent surgery for SCFE between January 2010 and January 2015 were retrospectively screened: Twenty-four male and 7 female patients (mean age 12.6 ± 1.9 years) were included in the study. Gender, age, history, and laterality of trauma, duration of hip pain (acute, chronic, acute on chronic background), and hip radiographs were evaluated. The Southwick and alpha angles were measured, and the factors affecting remodeling were assessed. The statistical analyses were conducted using SPSS 25.0 (IBM Corp., Armonk, NY); 95% confidence levels were calculated and p < 0.05 was considered to indicate statistical significance.
Results: The preoperative displacement angles measured on the anteroposterior and lateral radiographs were 15.03° ± 9.1° and 25.93° ± 14.1° and at the last follow-up they were 11.63° ± 8.7° and 21.6° ± 12.1°, respectively. The alpha angles measured on the lateral radiographs preoperatively and at the end of follow-up were 52.33° ± 11.6° and 47.87° ± 11.8°, respectively. Significant remodeling was reflected in the angles measured on the anteroposterior and lateral X-ray images. Greater preoperative displacement angle was associated with less remodeling.
Conclusion: Preoperative displacement affects the degree of postoperative remodeling. In patients with severe epiphyseal displacement, open reduction is an option but in situ pinning should be considered in that it is less invasive and more physiological.

11.The Relationship Between Fear of COVID-19 and Quality of Life in Physiotherapists
Betul Taspinar, Ferruh Taspinar, Hakan Gulmez, Ayse Sezgi Kizilirmak
doi: 10.5222/forbes.2021.54376  Pages 108 - 115
Amaç: Bu çalışma, COVID-19 pandemisi döneminde fizyoterapistlerin COVID-19 korkusu ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla planlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya, “fizyoterapist” unvanına sahip olan, herhangi bir kurumda (özel ya da kamu) çalışan, 18-65 yaş aralığında olan gönüllü bireyler dâhil edildi. Katılımcılara anketler Google forms üzerinden bir formda birleştirilerek e-posta ile iletildi ve anketleri doldurmaları istendi. Demografik bilgilerini doldurduktan sonra, COVID-19 korku düzeylerinin değerlendirilmesi için COVID-19 Korkusu Ölçeği’ni tamamladılar. Sağlıkla ilgili yaşam kalitelerinin değerlendirilmesi için “Nottingham Sağlık Profili” kullanıldı.
Bulgular: Dört yüz on altı fizyoterapistten elde edilen COVID-19 Korkusu Ölçeği’nden alınan toplam puanın ortalama 17,19±5,38 olduğu gözlenirken, “Nottingham Sağlık Profili”nden aldıkları toplam puanın ortalama 80,14±82,57 olduğu belirlendi. Çalışmamızda, hastalığı geçiren fizyoterapistlerde COVID-19 korkusu daha düşüktü. COVID-19 korkusu ile Nottingham Sağlık Profili Enerji Seviyesi, emosyonel reaksiyon, sosyal izolasyon ve uyku alt boyutları ile total verileri arasında anlamlı ilişki bulunurken, diğer alt boyutlarda anlamlı ilişki belirlenmedi.
Sonuç: Çalışmamızın sonucunda, fizyoterapistlerin COVID-19 korkusunun orta düzeyde olduğu belirlendi ve korkularının yaşam kalitesi ile ilişkili olduğu gözlendi.
Objective: This study was planned to evaluate the relationship between Physiotherapists’ fear of COVID-19 and quality of life during the COVID-19 pandemic.
Method: Physiotherapists aged between 18-65 years, working in any institution (private or public), were included in the study. The questionnaires were combined into a form on Google forms and sent to the participants via e-mail and they were asked to fill out the questionnaires. After first filling out their demographic information, they completed the COVID-19 Fear Scale to assess their COVID-19 fear level. The Nottingham Health Profile was used to assess health-related quality of life.
Results: It was observed that the mean total score of the cases from the COVID-19 Fear Scale was 17.19±5.38, while the average total score of the Nottingham Health Profile was 80.14±82.57, obtained from 416 physiotherapists. In our study, the fear of COVID-19 was lower in physiotherapists who had the disease. While there was a significant relationship between fear of COVID-19 and Nottingham Health Profile energy level, emotional reaction, social isolation and sleep sub-dimensions and total score, no significant relationship was found in other sub-dimensions.
Conclusions: As a result of our study, it was determined that Physiotherapists’ fear of COVID-19 was moderate level, and it was observed that their fear was related to quality of life.

CASE REPORT
12.Laparoscopic Management in Interstitial Pregnancy Observed with an Intrauterine Device
Erkan Çağlıyan, Samican Özmen, Ayşegül Yılmaz, Süreyya Sarıdaş Demir
doi: 10.5222/forbes.2021.51523  Pages 116 - 122
İntersitisyel gebelik fallop tüpünün intersitisyel kısmında yer alır ve ender görülen bir ektopik gebelik türüdür. İntersitisyel gebelikler tüm ektopik gebelikler içinde %2-4 oranında gözlenirler. Gebeliğin daha geç dönemlerine kadar asemptomatik kalabilirler ve rüptüre olmaları durumunda masif kanama ve hipovolemik şoka neden olurlar. Bu yüzden mortalite ve morbidite oranları yüksektir. Rahim içi araç ile birlikte gözlenen ektopik gebelikler içerisinde intersitisyel gebelik oranlarının düşük olduğu çalışmalarda gösterilmiştir. Ender görülen bir patoloji olması nedeniyle günümüzde intersitisyel gebeliklerde uygun tedavi yaklaşımı üzerinde bir görüş birliği sağlanamamıştır. Bu olgu sunumunda, gebeliğin erken döneminde kliniğimize başvuran ve tetkikleri sonrasında fetal kardiyak aktivite izlenmeyen bir intersitisyel gebelik olgusunda tanı, takip ve tedavi yaklaşımları literatür eşliğinde sunulmuştur.
Interstitial pregnancy is located in the interstitial part of the fallopian tube and is a rare type of ectopic pregnancy. Interstitial pregnancies are observed in 2-4% of all ectopic pregnancies. They may remain asymptomatic until later in pregnancy and cause massive bleeding and hypovolemic shock if ruptured. Therefore, mortality and morbidity rates are high. Studies have shown that the rates of interstitial pregnancy are low among ectopic pregnancies observed with an intrauterine device. Since it is a rare pathology, there is no consensus on the optimal treatment approach in interstitial pregnancies. In this case report, we present an interstitial pregnancy case with no fetal cardiac activity who applied to our clinic in the early period of pregnancy. The diagnosis, follow up and treatment are presented with the review of the literature.

13.A Case, Who Applied with Autistic Symptoms, Diagnosed as Limbic Encephalitis
Gonca Özyurt, Yusuf Öztürk, Huseyin Burak Baykara
doi: 10.5222/forbes.2021.49369  Pages 123 - 126
Yaşamın ilk yıllarında normal gelişim gösteren iletişim, sosyal etkileşim becerileri ve motor davranış alanlarında gerileme ile karakterize olan çocukluk çağı dezintegratif bozukluğu (ÇÇDB), DSM 5’te otizm spektrum bozukluğu olarak tanımlanan bir nöropsikiyatrik sendromdur. Otoimmun limbik ensefalit bellek güçlükleri, davranışsal sorunlar ya da temporal bölge nöbetleri gibi limbik sistem bulguları ile seyreder. Bu makalede, ÇÇDB bulgular ile başvuran, incelemeler sonunda otoimmun limbik ensefalit tanısı koyulan, IVIG tedavisi sonrası belirtilerinde gerileme olan 7 yaşında kız olgu bildirilmiştir. Limbik ensefalite bağlı otistik belirtiler klinikte çok ender görülebilecek bir durum olsa da özellikle akut ya da subakut başlayan otistik belirtiler ya da psikiyatrik belirtiler durumunda akılda tutulması gereken önemli bir nörolojik tanıdır.
Childhood disintegrative disorder (CDD) is a neuropsychiatric syndrome characterized as autism spectrum disorder in DSM 5 which is described by regression in the areas of communication, social interaction skills and motor behavior that develop normally in the first years of life. Autoimmune limbic encephalitis occurs with clinical manifestations of limbic system involvement such as subacute memory malformation, various neuropsychiatric symptoms, behavioral disturbances, and temporal lobe seizures. In this paper; an 7-year-old girl who applied with CDD findings, and diagnosed with limbic encephalitis after physical examination with symptoms persisted after IVIG treatment, was reported. Although autistic symptoms due to limbic encephalitis may be rarely seen in the clinic, autistic symptoms that are particularly acute or subacute are important neurological diagnoses that should be kept in mind in the differential diagnosis of psychiatric patients.

14.Congenital Toxoplasmosis: A Case Study
Ferda Kazancı, Nursel Yurttutan, Aysegül Çomez, Sadık Yurttutan
doi: 10.5222/forbes.2021.77486  Pages 127 - 130
Gebelik sırasında geçirilen akut toksoplazmozis enfeksiyonu, gelişmekte olan fetüs için zararlıdır. Etiyoloji çok faktörlü olmasına rağmen, maternal enfeksiyon birincil olarak kontamine et veya su tüketimine atfedilir. Fetüse enfeksiyonun bulaşması yıkıcı nörolojik ve oküler bozukluklara neden olabilir. Bu makalede, 37 yaşındaki bir annenin 4. gebeliğinden 3. canlı doğum olan konjenital toksoplazmozis olgusu sunulmaktadır. Anne gebeliği sırasında Toxoplazma IgM (+)’liği nedeniyle Spiramisin kullanmıştır. Yenidoğan bebeğin ilk değerlendirmesinde toxoplazma lehine bulguya rastlanmamıştır. BOS (beyin omurilik sıvısı) örneklemi alınan ve takip edilen olgunun PCR incelemesi pozitif gelmesi üzerine yeniden değerlendirilmiş, koryoretinit ve intrakranial kalsifikasyon bulguları ile tanısı onaylatılmıştır. Sonuç olarak, konjenital Toxoplazmozis sinsi ve yavaş seyirli bir hastalıktır. Erken yenidoğan döneminde net fizik muayene bulgusu olmayabilir. Bu hastalar detaylı incelenmeli,
Acute toxoplasmosis infections that develop during pregnancy can be detrimental to the developing fetus. Although the etiology may derive from various factors, the primary cause of these maternal infections is the consumption of contaminated meat or water. The transmission of the infection to the fetus may result in devastating neurological and ocular disorders. In this article, we present a case of congenital toxoplasmosis that occurred on the 3rd live birth of a 37 year old mother’s 4th pregnancy. During the pregnancy, the mother received Spiramycin as she was (+) for Toxoplasma IgM. In the initial evaluation of the neonate, there were no findings associated with toxoplasmosis. A CSF (cerebrospinal fluid) sample was taken and the patient was followed-up, a re-evaluation was conducted as the patient’s PCR analysis was positive; the diagnosis was confirmed by the presence of chorioretinitis and intracranial calcification. In conclusion, congenital toxoplasmosis is an insidious disease with a slow progression. Physical examination findings may not be apparent during the early neonatal period. These patients should be carefully examined, periodically followed up, and their bodily fluids should be tested.

15.Neonatal Alloimmune Thrombocytopenia Detected After Traumatic Delivery: Case Report
Gökhan Kaya, Sema Tanriverdi
doi: 10.5222/forbes.2021.14632  Pages 131 - 135
Neonatal Alloimmün Trombositopeni (NAIT), fetal trombositlere karşı maternal alloimmünizasyonun bir komplikasyonu sonucu, erken dönemde maternal antikorlara bağlı trombositlerin immun yıkımıdır. Burada trombositopeninin nedeni, sıklıkla anneden geçen human platelet antijenlerine karşı gelişen antikorlardır. NAIT’in klinik bulgusu asemptomatikten ciddi kanamaya kadar geniş bir spektruma sahiptir. Tedavide ciddi trombositopeni ya da yaşamı tehdit eden kanama varlığında trombosit süspansiyonu kullanılabilir. Yüksek doz intravenöz immünglobulin (IVIG) tedavisi de diğer bir tedavi seçeneğidir.
Bu çalışmada, travmatik doğum sonrası yaygın ekimozları dışında klinik bulgusu olmayan, ancak ağır trombositopeni saptanması nedeniyle NAIT düşünülen, trombosit süspansiyonu ve IVIG ile başarılı bir şekilde tedavi edilen bir yenidoğan olgu sunulmuştur.
Neonatal Alloimmune Thrombocytopenia (NAIT), a complication of maternal alloimmunization against fetal platelets, is the result of immune destruction of platelets due to maternal antibodies in the early period. The cause of thrombocytopenia here is by antibodies developed against human platelet antigens frequently inherited from the mother. The clinical manifestations of NAIT extend from asymptomatic to severe bleeding. Platelet suspension can be used in the setting of severe thrombocytopenia or life-threatening bleeding. High-dose intravenous immunoglobulin (IVIG) therapy is another treatment option.
A case who had no clinical finding except diffuse ecchymoses after traumatic delivery, but was considered to have NAIT due to severe thrombocytopenia and was successfully treated with platelet suspension and IVIG is presented.

16.Case Report: Ochronotic Arthropathy
Ülkü Dönmez, Ece Cinar, Cihat Ozturk, Simin Hepgüler
doi: 10.5222/forbes.2021.32932  Pages 136 - 139
Okronozis, homogentisik asit oksidaz enziminin eksikliğine bağlı oluşan ve ender görülen metabolik hastalıktır. Homojentisik asitin yumuşak dokularda birikimi ve idrarda atılımı ile ilgili klinik bulgu vermektedir. Okronotik artropati tanılı hastalarda genellikle eklem ağrıları ve inflamatuar bel ağrısı yakınması mevcuttur. Aksiyel tutulum radyolojik olarak ankilozan spondilite (AS) benzese de tipik sindesmofitlerin, faset tutulumunun, sakroiliak erozyonu ve füzyonunun bulunmayışı ile ayrılır. Okronozis hastalığının etkin bir tedavisi olmamakla birlikte; hastamıza literaturde önerilen proteinden fakir diyet, C vitamini desteği (100 mg/kg/gün) ve semptomlara yönelik analjezik tedavi verilmiş, eklem yakınmalarında azalma gözlenmiştir. Bu olguda amaç, öncesinde AS tanısı ile izlenen ender görülen okronotik artropati tanısını koymak ve hem aksiyal hem de periferik eklem tutulumunun bu hastalıkta beraber olabileceğini göstermektir.
Ochronosis is a rare metabolic disease caused by the deficiency of the homogentisic acid oxidase enzyme. It gives clinical findings related to the accumulation of homogentisic acid in soft tissues and excretion in urine. Patients with chronic arthropathy usually have some joint pain and inflammatory back pain. Although axial involvement radiologically resembles ankylosing spondylitis (AS), it is differentiated by the absence of typical syndesmophytes, facet involvement, sacroiliac erosion and fusion.Although there is no effective treatment for ochronosis disease; our patient was given a protein-poor diet, vitamin C supplementation (100 mg/kg/day) and analgesic treatment for symptoms recommended in the literature; and a reduction in joint complaints was observed. In this case, the aim is to diagnose the rare ochronotic arthropathy followed with the diagnosis of AS and to show that both axial and peripheral joint involvement can be together in this disease.