e-ISSN: 2757-5241
Forbes Tıp Dergisi - Forbes J Med: 4 (1)
Cilt: 4  Sayı: 1 - 2023
1.
Kapak
Cover

Sayfa I

EDITÖR NOTU
2.
Editörden
Editorial
M. Yekta ÖNCEL
Sayfa II

DERLEME
3.
Böbrek Nakilli Hastalarda Greft Sağkalımının Yapay Zeka Yöntemleri ile Tahmin Edilmesi
Predicting Graft Survival in Renal Transplant Patients Using Artificial Intelligence Methods
Tuba ÖZ, Melek PEHLİVAN, İbrahim PİRİM
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.30592  Sayfalar 1 - 7
Günümüzde, böbrek nakli son dönem böbrek yetmezliği olan hastaların sağkalımını ve yaşam kalitesini artıran en uygun tedavi yöntemi olarak kabul edilir. Başarılı bir böbrek nakli için potansiyel risk faktörlerinin belirlenmesi son derece önemlidir. Böbrek nakli yapılan hastalarda greft sağkalımını etkileyen risk faktörlerini belirlemek için yapay zekayı ‘artificial intelligence’ (AI) kullanan çalışmaların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Bu çalışmalarda AI, patolojik değerlendirmeden immünsupresif ilaç dozlarına kadar geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. AI algoritmalarından makine öğrenimi tabanlı modeller, geleneksel istatistiksel metodlara kıyasla greft sağkalımının tahmininde daha iyi performans gösterirler ve verilerin hızlı değerlendirilmesini sağlarlar. Son yıllarda, AI’nin böbrek naklinde kullanımını artırmak için çok sayıda kapsamlı araştırma yapılmıştır. Bu derlemedeki amacımız, böbrek transplantasyonunda greft sağkalımını tahmin etmek için AI algoritmalarını incelemektir.
Renal transplantation is now widely regarded as the best treatment option for patients with end-stage renal failure in terms of survival and quality of life. It is of extremely importance to identify the potential risk factors for successful renal transplantation. The number of studies related to artificial intelligence (AI) applications in renal transplant patients grows by the day. In these studies, AI is used a wide range from pathological evaluation to immunosuppressive drug doses. Machine learning-based models that are AI algorithms perform to be superior to the traditional statistical method for predicting graft survival and rapidly provides analyzing of data. In recent years, the number of studies is increased using AI for renal transplants. In this review we aimed to examine the AI algorithms for predicting graft survival in renal transplantation.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
4.
Sürdürülebilir Enerjinin Sürdürülemez Sağlık Etkileri: Rüzgar Türbini Üretim İşinde Mesleki Hastalıklar
Unsustainable Consequences of Sustainable Energy: Occupational Diseases Related to Wind Turbine Production
Nur Şafak ALICI
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.02986  Sayfalar 8 - 14
Amaç: Bu çalışmada rüzgar türbini üretim işinde kullanılan pek çok kimyasalın solunum sistemi başta olmak üzere insan sağlığı üzerine zararlı etkilerini ortaya koyulması amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma olgu-kontrol çalışmasıdır. Ağustos 2018-Ocak 2021 tarihleri arasında Meslek Hastalıkları polikliniğine yönlendirilen bu sektördeki olgular değerlendirilmiştir. Mesleki astım, pnömokonyoz, alerjik kontakt dermatit tanısı alan olguların maruz kalım öyküleri, laboratuvar, fonksiyonel ve radyolojik bulguları sunulmuştur. Mesleki astımlı olguların ve normal çalışanların maruziyet ve fonksiyonel özellikleri karşılaştırılmıştır. Mesleki astım risk faktörleri irdelenmiştir.
Bulgular: İzmir ve çevresinde bulunan 2 fabrikadan gelen toplamda 154 olgu değerlendirilmiştir. Olguların hepsi erkek, yaş ortalaması 34,6±6,9, medyan çalışma süresi 60 ay ve latans süresi 36 aydı. Mesleki astım, pnömokonyoz ve alerjik kontakt dermatit gibi meslek hastalıklarının oranı sırasıyla %19,5 (n=30), %0,6 (n=1) ve %5,8 (n=9) idi. Mesleki astımı olan hastalar daha gençti (29,6±4,63’e vs. 37,3±6,43). Çalışma süresi-maruz kalma süresi daha düşüktü [36 ay (24-51) vs. 72 ay (48-84)].
Sonuç: Karbon ayak izini azaltan, iklim değişikliği nedeniyle ön plana alınan sürdürülebilir enerjinin elde edilmesinde kullanılan rüzgar türbinlerinin üretim sürecinde çalışanların sürdürülemez sağlık etkilerini ortaya koymuştur. Rüzgar türbini üretim işinde kullanılan pek çok kimyasalın solunum sistemi başta olmak üzere insan sağlığı üzerine zararlı etkileri gösterilmiştir.
Objective: We discussed health problems encountered during the wind turbine production process and occupational diseases that may arise. Risk factors for occupational asthma are discussed.
Methods: This is a case-control study. The workers, who had been referred to the Occupational Diseases outpatient clinic between August 2018 and January 2021, were evaluated. Exposure histories and laboratory, functional, and radiological findings of patients diagnosed with occupational diseases were presented. The exposure and functional properties of cases with occupational asthma and normal workers are compared.
Results: A total of 154 workers had were evaluated. All the workers were male, the mean age was 34.6±6.9, median working time was 60 months and latency period was 36 months. The rates of occupational diseases such as occupational asthma, pneumoconiosis, and allergic contact dermatitis were 19.5% (n=30), 0.6% (n=1), and 5.8% (n=9), respectively. The patients with occupational asthma were younger (29.6±4.63 vs. 37.3±6.43). Working time- duration of exposure was lower [36 months (24-51) vs. 72 months (48-84)].
Conclusion: Wind turbines, which reduce the carbon footprint and are used to obtain sustainable energy, may have unsustainable health effects on employees during the production process.

5.
COVID-19 Pozitifliğinin Hayat Kalitesi ve Kas İskelet Semptomları Üzerine Etkisi
The Impact of COVID-19 Positivity on Quality-of-Life and Musculoskeletal Symptoms
Hakan ZEYBEK, Ömer DİKİCİ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.06977  Sayfalar 15 - 20
Amaç: Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) hızlıca yayılarak tüm dünyayı etkiledi ve sonuçta pandemi olarak ilan edildi. Literatürde; sıklıkla hastalığın bilinen solunum yolları semptomları haricinde özellikle kas iskelet sistemi semptomlarını araştıran çok az çalışma vardır. Çalışmamızın amacı; COVID-19 geçiren hastaların kronik kas-iskelet sistemi semptomlarını, yaşam kalitesi, fiziksel aktivite ve yorgunluk düzeylerini tespit etmektir.
Yöntem: Nisan-Haziran 2021 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran 235 hasta çalışmaya alındı. Hastalar; COVID-19 enfeksiyonu geçirenler Grup 1 (n=75), geçirmeyenler Grup 2 (n=160) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hastaların demografik verileri, kas iskelet sistemi ağrısının şiddeti ve yeri, Vizuel Analog Skala skorları, Kısa Form-36 (SF-36) yaşam kalitesi ölçeği skorları, fiziksel aktivite skorları ve yorgunluk şiddet ölçeği skorları kıyaslandı.
Bulgular: COVID-19 geçirmiş (Grup 1) hastaların kronik dönemde sırt ve omuz ağrıları ile SF-36 hayat kalitesi ölçeğinde ağrı parametresi istatistiksel olarak COVID-19 geçirmeyen hastalara (Grup 2) göre daha anlamlı bulundu. Ayrıca uygulanan fiziksel aktivite ve yorgun şiddeti ölçeklerinde COVID-19 geçiren hastalarda (Grup 1) fiziksel aktivitenin anlamlı derece azaldığını ve bu hastaların anlamlı derecede daha yorgun olduklarını tespit edildi.
Sonuç: COVID-19 geçiren hastalarda kronik dönemde devam eden yorgunluk, aktivite ve yaşam kalitesinde azalma ve özellikle sırt ağrısı izlenebilir. Kas iskelet sistemi muayenesinde COVID-19 hastalığının bu etkisi göz önünde bulundurulmalıdır.
Objective: The outbreak of Coronavirus disease-2019 (COVID-19) spread rapidly all over the worldwide and caused a pandemic. There are few studies in the literature that have investigated musculoskeletal symptoms of the disease, other than pulmonary symptoms. This study aimed to evaluate chronic musculoskeletal symptoms, quality of life, physical activity, and fatigue severity scores of patients with COVID-19 infection.
Methods: A total of 235 patients who presented at our clinic between April and June 2021, were separated into two groups according to COVID-19 positivity (Group 1, n=75) and negativity (Group 2, n=160). The groups were compared with respect to demographic data, musculoskeletal pain and location, Visual Analogue Scale scores, Short Form-36 (SF-36) quality of life scores, physical activity scores, and fatigue severity scores.
Results: Back pain, shoulder pain and the pain parameter of the SF-36 quality-of-life scale were significantly higher in the chronic period of COVID-19 patients (Group 1). A significant decrease was determined in the physical activity of COVID-19 patients (Group 1) evaluated with international physical activity scores, and the fatigue severity scores were significantly higher in these patients.
Conclusion: Fatigue decreased activity, diminished quality of life, and especially back pain can be observed in the chronic period of patients with COVID-19. These effects of COVID-19 should be considered during musculoskeletal system examinations.

6.
Kendini Sınırlayan Sentrotemporal Dikenli Epilepsili Hastaların Elektroklinik ve Demografik Değerlendirilmesi
Electroclinical and Demographic Evaluation of Cases with Selflimited Epilepsy with Centrotemporal Spikes
Meryem BADEM, Gamze SARIKAYA UZAN, Semra HIZ KURUL
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.82474  Sayfalar 21 - 27
Amaç: Bu çalışmanın amacı hastanemize başvuran kendini sınırlayan sentrotemporal dikenli epilepsi hastalarının özelliklerini değerlendirerek bu sendromun bilinmeyen yönlerini anlamamıza katkıda bulunmaktır.
Yöntem: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Anabilim Dalı’na Temmuz 2016-Temmuz 2020 tarihleri arasında klinik, demografik, elektroensefalografik ve psikometrik açıdan retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Doksan iki hasta çalışmaya alındı. Nöbet başlangıç yaşının sıklıkla 5-10 yaş olduğu görüldü (%51,1). Hastaların %31,5’i (n=29) anksiyete, anksiyete bozukluğu, depresyon veya dikkat eksikliği gibi psikiyatrik komorbiditeler nedeniyle Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi bölümü tarafından izlenmekteydi. Hastalarımızın en sık görülen ilk nöbet tipi jeneralize tonik-klonik tip nöbet olarak tanımlandı (%43,5). İkinci en yaygın nöbet tipi fokal orofasiyal motor nöbet olarak tanımlanmıştı (%21,8). Son olarak üçüncü en sık nöbet görünümü ise fokal klonik nbet tipiydi. İlk basamak ilaçların başarı oranları levetirasetam (%86), valproik asid (%79,3), karbamazepine (%100) ve okskarbazepin (%100) şeklindeydi.
Sonuç: Çalışmamız jeneralize tonik-klonik nöbetli hastalarda bile ileri nörolojik inceleme gerekliliğini göstermiştir. Psikiyatrik eş tanıların varlığı bu hastaların özellikle anksiyete, anksiyete bozukluğu, depresyon ve dikkat sorunları açısından değerlendirilmesinin gerekliliğini ve önemini ortaya koymaktadır.
Objective: This study aims to contribute to our understanding of unknown aspects of this syndrome by evaluating the characteristics of patients with rolandic epilepsy (RE), who applied to our hospital.
Methods: The cases diagnosed with “self-limited epilepsy with centrotemporal spikes (SeLECTS)”, who applied to the Pediatric Neurology Department of Dokuz Eylül University Faculty of Medicine between July 2016, and July 2020, were evaluated clinically, electroencephalographically, and psychometrically retrospectively.
Results: Ninety-two cases diagnosed with RE were included in the study. The age of seizure onset was mostly observed between the ages of 5-10, with a frequency of 51.1%. Twenty-nine (31.5%) of these cases were followed up by the Child and Adolescent Psychiatry department due to psychiatric comorbidities such as anxiety, anxiety disorder, depression, and attention deficit. After the evaluation of the patients’ first seizure type, it was identified that the seizures of the "generalized tonic-clonic" type were the most common (43.5%). The second most common type of seizure was "focal orofacial motor seizures" (21.8%). Finally, focal clonic seizures took third place (12%). Considering the success rates of the first-line drugs, it was seen that levetiracetam was 86% effective, valproic acid 79.3%, carbamazepine 100%, and oxcarbazepine 100%.
Conclusion: Our study suggested considering the necessity of further evaluation of SeLECTS even in patients with generalized tonic-clonic seizures. The presence of psychiatric comorbidities reveals the necessity and importance of assessing these cases, especially in terms of anxiety, anxiety disorder, depression, and attention problems.

7.
Hemiparetik Serebral Palsili Çocuklarda Playstation 2-Eye Toy Play’in Üst Ekstremite Motor Fonksiyonları ve Fonksiyonel Bağımsızlık Üzerine Etkisi: Karşılaştırmalı Bir Çalışma
The Effect of Playstation 2-Eye Toy Play on Upper Extremity Motor Functions and Functional Independence in Children with Hemiparetic Cerebral Palsy: A Comparative Study
Bilge BAŞAKÇI ÇALIK, Uğur GÜLEÇ, Sebahat Yaprak ÇETİN, Erdoğan KAVLAK
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.85520  Sayfalar 28 - 36
Amaç: Bu çalışmanın amacı Playstation 2-Eye Toy Play’in hemiparetik serebral palsili çocuklarda üst ekstremite motor fonksiyonları üzerine etkisini araştırmaktır.
Yöntem: Çalışmaya yaş ortalaması 9,8±2,3 yıl olan hemiparatik serebral palsili 30 çocuk dahil edildi. Çocuklar rastgele iki gruba ayrıldı. Grup 1’e geleneksel terapi ve Playstation 2-Eye Toy Play ve grup 2’ye ise haftada iki gün sadece geleneksel terapi uygulandı. Eğitimden önce ve sonra her iki grubun değerlendirilmesinde Bruininks-Oseretsky Motor Yeterlilik Kısa Formu (BOT2-KF), Fugl-Meyer Motor Fonksiyon Değerlendirmesi (FMD) ve Pediatrik Fonksiyonel Bağımsızlık Ölçeği (PFBÖ) kullanıldı.
Bulgular: Eğitim sonrası grup 1’de FMD (tüm alt parametreler ve toplam puan), PFBÖ (öz bakım, lokomosyon, iletişim ve toplam puan) ve BOT2-KF’de anlamlı farklılık buluındu (p=0,00-0,02). Grup 2’de ise eğitim sonrası FMD (el, koordinasyon ve toplam puan) ile PFBÖ (öz bakım, transfer, lokomosyon ve toplam puan) arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulundu (p=0,00-0,02). Eğitim sonrası gruplar arası sonuçlar karşılaştırıldığında ise FMD’nin sadece manuel koordinasyon ve hız ölçümlerindeki artışın grup 1 lehine istatistiksel olarak anlamlı olduğu görüldü (p=0,00 ve 0,01).
Sonuç: Bu çalışmanın sonucunda, geleneksel eğitime ek olarak yapılan sanal gerçeklik uygulamalarının hemiparetik serebral palsili çocuklarda özellikle koordinasyon ve manuel fonksiyonları üzerinde olumlu bir etkisi olduğu sonucuna varıldı.
Objective: The aim of this study was to investigate the effect of Playstation 2-Eye Toy Play on upper extremity motor functions and functional independence in children with hemiparetic cerebral palsy.
Methods: The study included 30 children with hemiparetic cerebral palsy with an average age of 9.8±2.3 years. Children were randomly assigned to the two groups. Group 1 received traditional therapy and Playstation 2-Eye Toy Play, and group 2 received only traditional therapy for 2 days a week. Bruininks- Oseretsky Test of Motor Proficiency Short Form (BOT2-SF), Fugl-Meyer Motor Function Assessment (FMA), and Pediatric Functional Independence Measure (Wee-FIM) were used for the evaluation of both groups before and after the training.
Results: There was a statistically significant difference in the FMA (all sub-parameters and total score), Wee-FIM (self-care, locomotion, communication and total score) and BOT2-SF (all score) after training compared to before in the group 1 (p=0.00-0.02). In the group 2, it was found that the difference in FMA (hand, coordination and total score) and Wee-FIM (self-care, transfer, locomotion, and total score) were statistically significant (p=0.00-0.02). When the results between the groups were compared after training, it was found that the increase in only manual coordination and speed measurements of FMA was statistically significant in favor of the group 1 (p=0.00 and 0.01).
Conclusion: because of this study, it is concluded that virtual reality applications performed in addition to conventional training have a positive effect, especially on coordination and speed with manual functions in children with hemiparetic cerebral palsy.

8.
Sağlıklı Bireylerde Kor Kas Enduransı, Denge, Postür, Gövde Propriyosepsiyonu ve Fiziksel Aktivite Seviyesinin Cinsiyetler Açısından Karşılaştırılması
Comparison of Core Muscle Endurance, Balance, Posture, Trunk Proprioception, and Physical Activity Level in Healthy Individuals by Gender
Sinem SUNER KEKLİK, Ayşe NUMANOĞLU-AKBAŞ, Gamze ÇOBANOĞLU
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.16056  Sayfalar 37 - 44
Amaç: Bireyleri yaralanmalardan koruyan kas iskelet sistemi özellikleri arasında kor stabilitesi, propriyosepsiyon, denge ve postüral düzgünlük yer almaktadır. Bu çalışmanın amacı kadın ve erkeklerde kor kas enduransı, gövde propriyosepsiyonu, postür ve denge açısından farklılıkların ortaya konmasıdır.
Yöntem: Çalışmaya 18-30 yaş aralığındaki 75 sağlıklı gönüllü birey [kadın n=37 (%49,33), erkek n=38 (%50,67)] dahil edildi. Bireylerin gövde propriyosepsiyonları dijital inklinometre postürleri ‘New York Postür Değerlendirme Yöntemi kor kas enduransları gövde fleksiyon testi, gövde ekstansiyon testi, lateral köprü testi ve prone bridge testi, dengeleri Y balans denge testi, fiziksel aktivite seviyeleri Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi Kısa Formu ile değerlendirildi.
Bulgular: Kadın ve erkek katılımcılar arasında gövde propriyosepsiyonu ve postüral değerlendirme skorları açısından fark bulunmadı (p>0,05). Erkeklerin fiziksel aktivite seviyeleri (p<0,001), gövde fleksiyon testi (p=0,023), gövde ekstansiyon testi (p=0,038), yan köprü testi (p<0,001), prone bridge testi skorları (p<0,001) ve denge skorları (dominant taraf p=0,002, nondominant taraf p=0,003) kadınlardan daha yüksek değerlere sahipti.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları kadınların erkeklere göre daha düşük kor kas enduransı ve dengeye sahip olduğunu göstermiştir. Bu durum kadınların yaralanmalara daha yatkın olmasına neden olabileceği için bu özelliklerin geliştirilmesi önem teşkil etmektedir.
Objective: The characteristics of the musculoskeletal system that protect individuals from injuries include core stability, proprioception, balance, and postural smoothness. The purpose of this study was to present differences in terms of core muscle endurance, trunk proprioception, postural alignment, and balance in men and women.
Methods: The study included 75 healthy volunteers [women n=37 (49.33%), men 38 (50.67%)] aged between 18-30. Trunk proprioception of individuals was evaluated using the digital inclinometer, postural alignment was evaluated with the New York Posture Assessment Method, core muscle endurance were evaluated with body flexion test, body extension test, side bridge test, and prone bridge test, balance was assessed with the Y balance test, and physical activity levels evaluated with the International Physical Activity Questionnaire Short Form.
Results: No difference was found between men and women in terms of trunk proprioception and postural assessment scores (p>0.05). Physical activity levels (p<0.001), body flexion test (p=0.023), body extension test (p=0.038), side bridge test (p<0.001), prone bridge test (p<0.001), and balance scores (dominant side p=0.002, nondominant side p=0.003) of the men have higher values than women.
Conclusion: The results of our study show that women have lower core muscle endurance and balance than men. It is important to improve these features as this may cause women to be more prone to injury.

9.
Postmenopozal Kadınların Osteoporoz Yönünden Taranma Durumunun ve Kırık Risklerinin Değerlendirilmesi
Evaluation of Screening Status and Fracture Risks of Postmenopausal Women for Osteoporosis
Burhan BALABAN, Zeynep AŞIK
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.97830  Sayfalar 45 - 50
Amaç: Osteoporoz hastalarının yaşam kalitesini düşüren; mortalitesi ve morbiditesi yüksek, tedavisi pahalı bir hastalıktır. Araştırmada birinci basamakta postmenopozal kadınların osteoporoz yönünden taranma durumunun ve 10 yıllık fraktür risklerinin değerlendirilmesi, uygun hastalarda uygun ve doğru yollarla taramanın öneminin vurgulanması amaçlanmıştır.
Yöntem: Gözlemsel ve kesitsel nitelikteki bu araştırmaya 50 yaş ve üzeri 243 postmenopozal kadın dahil edilmiştir. Hastalara açık ve kapalı uçlu 28 temel soru, yüz yüze anket doldurma şeklinde sorulmuştur, FRAXTM skoru hesaplanmıştır.
Bulgular: Kadınların yaş ortalaması 63,98±9,99 yıldır. Katılımcıların hesaplanan medyan 10 yıllık majör osteoporotik kırık riski %7,8 bulunmuştur. Altmış beş yaş ve üzeri hastalarda DXA yaptırma oranı daha yüksektir (p=0,013). Elli-64 yaş aralığında 10 yıllık majör osteoporotik kırık riski olmadığı halde DXA yaptıranların oranı %55 bulunmuştur. Elli-64 yaş arasında olan hastalarda majör osteoporotik kırık riski olan hastaların DXA yaptırma yüzdesi (%70,8), olmayan hastalara göre (%29,2) daha yüksek gözlenmiştir (p=0,153).
Sonuç: Postmenopozal kadınlarda osteoporozun erken teşhisi için, ilk poliklinik başvurusunda; kırık riskinin hesaplanması, risk faktörlerinin belirlenmesi ve kemik mineral yoğunluğu ölçümü ile tarama yöntemlerinin gerekli kişilere zamanında ve doğru bir şekilde uygulanması önemlidir.
Objective: Osteoporosis is a disease with high mortality and morbidity, and expensive to treat, reducing the quality of life of patients. It is aimed to evaluate the status of screening of postmenopausal women for osteoporosis in primary care and the risks of a 10-year fracture and to emphasize the importance of screening in appropriate and correct ways in appropriate patients on this manuscript.
Methods: This observational and cross-sectional study included 243 postmenopausal women aged 50 and over. Patients were asked 28 basic open- and closed-ended questions in the form of filling out a face-to-face questionnaire, and the FRAXTM score was calculated. Results: The mean age of the women was 63.98±9.99 years. The calculated median 10-year risk of major osteoporotic fracture of the participants was 7.8%. The rate of having DXA was higher in patients aged 65 years and over (p=0.013). Although there was no risk of major decemberotic fractures in the age range of fifty to 64 for 10 years, the proportion of those who underwent DXA was found to be 55%. The percentage of patients with a risk of major osteoporotic fractures undergoing DXA in patients aged 50- 64 years (70.8%) was higher than in patients without it (29.2%) (p=0.153).
Conclusion: For the early diagnosis of osteoporosis in postmenopausal women, the fracture risk is calculated, risk factors are determined, and bone mineral density measurement and screening methods must be applied to the necessary people in a timely and accurate manner when applying to the first outpatient clinic.

10.
Adölesan ve Erişkin Polikistik Over Sendromlu Hastalarda Klinik ve Biyokimyasal Parametrelerin Karşılaştırılması
Comparison of Clinical and Biochemical Parameters in Adolescent and Adult Patients with Polycyctic Ovary Syndrome
Sezin ERTÜRK AKSAKAL, Ramazan Erda PAY, İrem Özge UZUNOĞLU MEHRASA, Burcu TİMUR, Gülay BALKAŞ, Yaprak ENGİN ÜSTÜN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.65002  Sayfalar 51 - 56
Amaç: Çalışmamızda adölesan dönemde polikistik over sendromu (PKOS) tanısı konulan hastalar ile erişkin dönemde PKOS tanısı alan hastaların vücut kitle indeksi (VKİ), hormon seviyeleri, serbest androjen indeksi açısından fark olup olmadığını araştırmayı, sonuçların adölesan ve erişkin dönem hasta yönetimine olabilecek katkısını incelemeyi amaçladık.
Yöntem: Çalışmaya Mayıs 2021-Ekim 2021 tarihleri arasında, 2003 Rotterdam ASRM/ESHRE kriterlerine göre PKOS tanısı almış 75 adölesan PKOS hasta ve 75 erişkin PKOS hasta dahil edildi. Hastaların demografik, klinik özellikleri, folikül stimulan hormon (FSH), luteinizan hormon (LH), estradiol (E2), anti-Müllerian hormon (AMH), tiroid stimulan hormon (TSH), prolaktin (PRL) ve 17-hidroksiprogesteron (17-OHP), seks hormon bağlayıcı globulin ve dehidroksiepiandrostenedion sülfat (DHEAS), serbest androjen indeks düzeyleri kaydedildi.
Bulgular: VKİ, adölesan PKOS hastalarında erişkin PKOS hastalara oranla anlamlı olarak düşük saptandı (sırasıyla 23,3±2,9 kg/m2 ve 28,5±4,8 kg/m2) (p<0,001). FSH, LH, E2, progesteron, TSH, 17-OHP ve toplam testosteron seviyeleri ve LH/FSH oranı gruplar arasında benzerdi (p>0,05). PRL (19,77±8,67 ng/mL ve 16,62±7,80 ng/mL, p=0,02) ve AMH (6,68±4,40 ng/mL ve 5,34±3,55 ng/mL, p=0,04) değerleri adölesan grupta anlamlı yüksek saptandı.
Sonuç: AMH ve PRL seviyeleri adölesan PKOS hastalarda erişkin PKOS hastalara oranla anlamlı yüksek, VKİ anlamlı düşük saptandı. Adölesan ve erişkin dönemde PKOS gelişimi farklı mekanizmalar ve hormonal değişikliklere bağlı olarak gelişiyor olabilir. Bu konuda kesin konuşabilmek adına geniş serili prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: We investigated whether there is a difference in clinical, biochemical, and hormonal parameters, BMI, Free androgen index between patients diagnosed with polycystic ovary syndrome (PCOS) in adolescence and in adulthood.
Methods: Between May 2021 and October 2021, 75 adolescent patients with PCOS and 75 adult patients with PCOS diagnosed according to 2003 Rotterdam ASRM/ESHRE criteria were included in the study. Demographic and clinical characteristics of the patients, follicle stimulating hormone (FSH), luteinizing hormone (LH), estradiol (E2), anti-Müllerian hormone (AMH), thyroid stimulating hormone (TSH), prolactin (PRL), and 17-hydroxyprogesterone (17-OHP), sex hormone initiating globulin, and dehydroxyepiandrostenedione sulfate and Fee androgen index levels were recorded.
Results: Body mass index (BMI) was significantly lower in adolescent patients with PCOS compared with adult patients with PCOS (23.3±2.9 kg/m2 vs 28.5±4.8 kg/m2, p>0.001). FSH, LH, E2, progesterone, TSH, 17-OHP and total testosterone levels and LH/FSH ratio were similar between groups (p>0.05). Prolactin (19.77±8.67 ng/mL vs 16.62±7.80 ng/mL, p=0.02) and AMH (6.68±4.40 ng/mL vs 5.34±3.55 ng/mL, p=0.04) levels were significantly higher in the adolescent group than the adult group.
Conclusion: AMH and prolactin levels were higher, and BMI was significantly lower in adolescent patients with PCOS compared with adult patients with PCOS. The etiopathogenesis of PCOS in adolescence and adulthood may be due to different mechanisms and hormonal changes. Large -scale prospective trials are needed to make a definitive statement on this subject.

11.
Büyük Arter Transpozisyonu Olan Yenidoğanlarda Mortaliteyi Etkileyen Faktörlerin Değerlendirilmesi
Evaluation of Factors Affecting Mortality in Newborns with Great Artery Transposition
Leyla ŞERO, Nilufer OKUR, Özlem GÜL, Onur DOYURGAN, Mehmet ŞİMŞEK, Handan BEZİRGANOĞLU
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.07379  Sayfalar 57 - 61
Amaç: Bu çalışmanın amacı; neonatoloji odaklı kardiyovasküler cerrahi yapılan bir ünitede büyük arter transpozisyonu (BAT) tanısı ile takip ve tedavi edilen bebeklerde mortaliteyi etkileyen faktörlerin değerlendirilmesidir.
Yöntem: Şubat 2018 ile Şubat 2021 tarihleri arasında, neonatoloji odaklı pediatrik kardiyovasküler cerrahi merkezinde BAT tanısı ile izlenen yenidoğan bebeklerin verileri retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Eksitus olan hastalar değerlendirildiğinde, bu grupta; preoperatif dönemde pulmoner hipertansiyon olması, perioperatif dönemde perfüzyonun bozuk olması ve intraoperatif dönemde miyokard ödemi varlığının mortalite açısından risk faktörü olduğu tespit edildi.
Sonuç: Preoperatif dönemde pulmoner hipertansiyonun düzeltilmesi ve iyi perfüzyon sağlanması mortalite oranlarını azaltmada yardımcı olabilir.
Objective: The aim of this study is to evaluate the factors affecting mortality in infants who were followed up and treated with the diagnosis of transposition of the great arteries (TGA) in a neonatal-focused cardiovascular surgery unit.
Methods: The data of newborn babies who were followed up with the diagnosis of TGA in the pediatric cardiovascular surgery center focused on neonatology between February 2018 and February 2021 were analyzed retrospectively.
Results: When the patients with death were evaluated, in this group; presence of pulmonary hypertension in the preoperative period, impaired perfusion in the perioperative period and myocardial edema in the intraoperative period were found to be risk factors for mortality.
Conclusion: Correction of pulmonary hypertension and providing good perfusion in the preoperative period may help reduce mortality rates.

12.
Küçük Umbilikal Hernilerin Onarımında Sütür Onarım ile Meş Onarımının Karşılaştırılması: Retrospektif Kohort Çalışması
Comparison of Suture Repair and Mesh Repair in Repair of Small Umbilical Hernias: Retrospective Cohort Study
Mehmet KUBAT, Serkan ŞENGÜL
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.27132  Sayfalar 62 - 67
Amaç: Küçük çaplı umbilikal hernilerin onarımında meş kullanımı gerekliliği klinik pratikte halen tartışmalı bir konudur. Çalışmamızda onarımında sık kullanılan meş ve sütür onarımı tekniklerinin ≤3 cm çaplı umbilikal hernilerin; nüks, postoperatif ağrı ve hasta memnuniyeti açısından karşılaştırılması amaçlandı.
Yöntem: Merkezimizde 3 yıllık süre içerisinde ameliyat edilen ≤3 cm çaplı umbilikal hernilerin kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen 218 hasta; meş onarımı ve sütür onarımı grupları ayrıldı. Nüks gelişmesi, dinlenirken ve fiziksel aktiviteyle ağrı, tedaviden memnuniyet açısından değerlendirildi.
Bulgular: Meş onarımı ve sütür onarımı grupları arasında; nüks açsından anlamlı fark görülmedi (p=0,662). Meş onarımı grubunda, dinlenirken ağrı (p=0,002) ve fiziksel aktiviteyle ağrı (p=0,003) anlamlı daha fazla görülürken bu sonuçlar hasta memnuniyetinde anlamlı farklılık ile sonuçlanmadı (p=0,928).
Sonuç: Küçük çaplı umbilikal hernilerin (≤3 cm çap) onarımında sütür onarımı, daha az postoperatif ağrıya neden olması, nüks ve hasta memnuniyeti açısından meş onarımına göre fark görülmesi nedeniyle güvenle tercih edilebilir bulunmuştur.
Objective: The necessity of using mesh to repair small-diameter umbilical hernias is still controversial in clinical practice. In our study, mesh and suture repair techniques, which are frequently used in the repair, of umbilical hernias with a diameter of ≤3 cm; it was aimed to compare in terms of recurrence, postoperative pain, and patient satisfaction.
Methods: Records of umbilical hernias with a diameter of ≤3 cm, which were operated in our center for over 3 years, were evaluated retrospectively. Two hundred-eighteen patients were included in the study; the mesh repair and suture repair groups were separated. The development of relapse, pain at rest and with physical activity, and satisfaction with the treatment were evaluated.
Results: Among the mesh repair and suture repair groups: There was no significant difference in terms of recurrence (p=0.662). In the mesh repair group, pain at rest (p=0.002) and pain with physical activity (p=0.003) were significantly higher, but these results did not result in a significant difference in patient satisfaction (p=0.928).
Conclusion: Suture repair can be safely preferred in the repair of small-diameter umbilical hernias (≤3 cm diameter), because it causes less postoperative pain, and there is a difference compared to mesh repair in terms of recurrence and patient satisfaction.

13.
Prenatal Tanı Alan Konjenital Akciğer Malformasyonlarının Antenatal, Perinatal ve Postnatal Sonuçlarının ve Görüntüleme Yöntemlerinin Değerlendirilmesi: Tersiyer Bir Merkezde Beş Yıllık Analiz
Evaluation of Prenatal, Perinatal and Postnatal Outcomes and Imaging Modalities of Congenital Lung Malformations Diagnosed Prenatally: A Five-year Analysis in a Tertiary Center
Hakan GÖLBAŞI, Burak BAYRAKTAR, Ceren GÖLBAŞI, İbrahim ÖMEROĞLU, Kaan Okan ALKAN, Halil Gürsoy PALA, Atalay EKİN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.43660  Sayfalar 68 - 75
Amaç: Prenatal tanı alan konjenital akciğer malformasyonu (KAM) olgularının antenatal, perinatal ve postnatal sonuçlarının değerlendirilmesidir.
Yöntem: Bu retrospektif kesitsel çalışmada prenatal tanı alan KAM olguları değerlendirildi. Olguların tanı haftaları, ek anomalileri, karyotip sonuçları, gebelik sonuçları gibi prenatal bulguları hastane dijital kayıt sisteminden elde edildi. Postnatal uzun dönem sonuçlarına ait veriler katılımcılara telefon ile ulaşılarak elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 47 KAM olgusu dahil edildi. Olguların %12,8’inde yapısal anomaliler vardı. Sekiz (%17) olguya kromozom analizi yapıldı ve hepsinin karyotipi normaldi. Olguların 44’ü (%93,7) canlı doğum yaptı. Olguların %19,1’i preterm doğumdu. Yenidoğanların %25,5’inde 1. dakikada, %12,8’inde 5. dakikada <7 APGAR skoru mevcuttu. Yenidoğanların %28,9’unda respiratuar distres sendromu (RDS) mevcuttu ve olguların %15,6’sı yenidoğan yoğun bakım ünitesine (YYBÜ) yatırıldı. Postnatal takipte 20 (%48,8) olguda remisyon izlendi. Olguların 8’i (%19,5) sebat etti ve tüm olguların 13’ü (%31,7) opere edildi. Prenatal ultrasonografi ve manyetik rezonans görüntüleme sonuçlarının lezyon tipleri ile uyumluluğu %70,2 idi.
Sonuç: KAM olguları antenatal dönemde çoğunlukla olumlu prognoz gösterirken, perinatal dönemde RDS ve YYBÜ’ye yatış gibi olumsuz sonuçlar yüksekti. Postnatal dönemde olguların yaklaşık 1/3’ünde cerrahi rezeksiyon gerekmiştir.
Objective: To evaluate the antenatal, perinatal, and postnatal outcomes of congenital lung malformations (CLM) diagnosed prenatally.
Methods: This was a retrospective cross-sectional study evaluating prenatally diagnosed CLMs. Prenatal findings such as diagnosis weeks, additional anomalies, karyotype results, and pregnancy outcomes of the cases were collected from the hospital digital record system. The data of the postnatal long-term course and outcomes of the cases were obtained by contacting the parents by telephone.
Results: Forty-seven CLM cases were included in the study. 12.8% of the cases had structural anomalies. Chromosome analysis was performed on 8 (17%) cases and all of them had a normal karyotype. Forty-four (93.7%) cases had a live birth. 19.1% of the cases gave birth prematurely. The newborns had low APGAR scores (<7) at the 1st minute in 25.5% of the cases and at the 5th min in 12.8% of the cases. Respiratory distress syndrome (RDS) was present in 28.9% of the newborns, and 15.6% of the cases were hospitalized in the neonatal intensive care unit (NICU). Remission was achieved in 20 (48.8%) cases in the postnatal follow-up. Eight (19.5%) cases persisted, and 13 (31.7%) of all cases were operated. The compatibility of prenatal ultrasonography and magnetic resonance imaging results with lesion types was 70.2%.
Conclusion: While CLM cases mostly showed a favorable prognosis in the antenatal period, adverse outcomes such as RDS and NICU admission were high in the perinatal period. Surgical resection was required in approximately 1/3 of the cases in the postnatal period.

14.
Aile Hekimliği Polikliniğine Başvuran 35 Yaş ve Üzeri Hastaların Kanser Tarama Testleri Hakkında Bilgi ve Tutumları
Knowledge and Attitudes About Cancer Screening Tests of 35 Years Old and Over Who Applied to Family Medicine Policlinic
Muazzez ÖZSÖYLER, Zeliha GÜZELÖZ ÇAPAR, Murat Keser
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.44227  Sayfalar 76 - 83
Amaç: Erken evrede tanı alan kanserlerin tedavisi ileri evre olgulara göre kolay ve az maliyetli olmaktadır ve hastaların yaşam kalitesine etkisi büyüktür. Bu çalışmada hastalarımızın kanser tarama testleri konusunda bilgi düzeyi ve tutumunu değerlendirmeyi sonuç olarak farkındalıklarını artırmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışmamıza, Aralık 2017-Ocak 2018 tarihlerinde Sağlık Bilimleri Üniversitesi, İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği polikliniklerine başvuran 35 yaş üzeri 230 kişi dahil edildi. Katılımcılara yüz yüze görüşme yöntemiyle 32 sorudan oluşan anket uygulandı. Çalışmamız tanımlayıcı nitelikteydi. Verilerin analizinde Statistical Package for the Social Sciences 20.0 programı kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya katılanların %54’ü kadın, %87’si evli, %37,8’i ilkokul mezunu, %68,7’sinin gelir düzeyi orta, en sık 45-54 yaş grubundaydı. Çalışmaya katılanların %72,2’si kanser taramaları hakkında bilgisi olduğunu beyan etmiştir. %6,1’i düzenli aralıklarla kanser taramasını yaptırdığını ifade etmiştir. Çalışmaya katılan kadınların %31,8’i smear testini yaptırmıştır. Çalışmaya katılan kadınların %50,8’i kendi kendine meme muayenesini yaptığını belirtmiştir. Çalışmaya katılanların %10,0’ı gaitada gizli kan testini yaptırmış, %4,3’ü kolonoskopi yaptırmıştır.
Sonuç: Yaptığımız çalışmada katılımcıların büyük kısmının kanser tarama testleri hakkında bilgilerinin eksik olduğunu ve buna bağlı olarak da tarama yaptırma oranlarının düşük olduğunu tespit ettik. Risk gruplarının kanser tarama konusunda daha çok bilgilendirilmesi ve tarama testlerini yapmaları konusunda teşvik edilmeleri gerekmektedir. Bu konuda eğitimler düzenlenmelidir.
Objective: The treatment of cases diagnosed at the early stage is easier and less costly than advanced stage cases, and the effect on the quality of life of patients is great. In this study, we evaluated the level of knowledge and attitude of patients about cancer screening and, as a result, to increase their awareness.
Methods: The study included 230 people over 35 years of age who applied to University of Health Sciences Turkey, İzmir Tepecik Training and Research Hospital Family Physician outpatient clinics between December 2017 and January 2018. Participants used a face-to-face interview questionnaire consisting of 32 questions. Our study was descriptive. The Statistical Package for the Social Sciences 20.0 program was used in the analysis of the data.
Results: The average age of the participants, 54% were female, 87% were married, 37.8% were primary school graduates, 68.7% were middle income, and the age of 45-54 is the most common group. 72.2% of the participants stated that they had information about cancer screenings. 6.1% of those participating in the study stated that they regularly had cancer screening. 31.8% of womans had smear test. 50.8% of womans stated that they did the manual breast examination. 10.0% had fecal ocult blood testand 4.3% had colonoscopy.
Conclusion: In our study, we found that most of the participants were missing information about cancer screening tests, and we have found that the rate of consignment is low. Risk groups should be informed of more about cancer screening and encouraged to do screening tests. Training should be organized in this regard.

15.
Orta-Geç Preterm İnfantlarda Pletismografik Variabilite İndeksi Değerlendirilmesi
Assesment of Pleth Variablity Index in Moderate-late Preterm Infants
Şehribanu IŞIK, H. Gözde KANMAZ KUTMAN, Mustafa Şenol AKIN, Ömer ERTEKİN, Şerife Suna OĞUZ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.86619  Sayfalar 84 - 88
Amaç: Pletismografik variabilite indeksi (PVİ) hemodinamik değişiklikleri non-invaziv olarak tespit edebilen, yenidoğanlarda henüz sık olarak kullanılmayan bir araçtır. Bu çalışmanın amacı yaşamın ilk 12 saati boyunca spontan soluyan ılımlı ve/veya geç preterm yenidoğanlarda PVİ için referans değerleri belirlenmesi ve bu değerlerin solunumsal morbiditeler ile ilişkisinin saptanmasıdır.
Yöntem: Üçüncü basamak yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatırılarak izlenen 32-37 gebelik haftaları arasında doğmuş, spontan solunum çabası iyi olan, hemodinamik olarak stabil olan bebekler dahil edildi. Prospektif kesitsel olarak hayatın ilk 12 saati boyunca perfüzyon indeksi (Pİ), PVİ, oksijen satürasyonu ve kalp hızı; 2 saniyede bir ölçüm yapılacak şekilde monitorize edildi. Temel karakteristik bulgular hasta kayıtlarından elde edildi.
Bulgular: Toplam 58 hastanın verisi analiz edildi. Ortalama PVİ değeri 21±4,3, Pİ değeri ise 0,85±0,25 olarak bulundu. İnvaziv olmayan solunum desteği gerektiren (n=43) ve hiç solunum desteği almayan (n=15) hastalar kıyaslandığında kalp hızı, satürasyon, Pİ benzer bulunurken; PVİ (21,7±4,5 ve 19,2±3,2) değeri solunum desteği alanlarda daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel anlama ulaşmadı (p=0,05).
Sonuç: PVİ ılımlı ve geç preterm yenidoğanlarda başarılı şekilde ölçülebilmektedir. PVİ’nin klinik kullanımı, anormal sonuçların yorumlanması, yenidoğan bebeklerde morbiditeler ile ilişkisi ve tedavi yönetimi ile ilgili bilgi verecek daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Objective: The pleth variability index (PVI) allows the non-invasive detection of hemodynamic changes but is not yet commonly used in neonates. This study determined reference values for PVI in spontaneously breathing moderate to late preterm newborns during the first 12 hours of life and evaluate the relationship between these values and respiratory morbidity.
Methods: The study included infants born at 32-37 weeks of gestation who had good spontaneous respiratory effort, were hemodynamically stable and were hospitalized in a tertiary neonatal intensive care unit. PVI, perfusion index (PI), oxygen saturation, and heart rate were prospectively monitored every 2 s for the first 12 h postnatally. Basic characteristic findings were obtained from patient records.
Results: Data from a total of 58 patients were analyzed. The mean PVI was 21±4.3% and mean PI was 0.85±0.25%. Comparison of patients who required respiratory support (n=43) and those who received no respiratory support (n=15) showed that the heart rate (137.5±10.6 vs. 129.7±9.6, p=0.01) is significantly higher and PI (0.8±0.2% vs. 0.9±0.3%, p=0.03) is significantly lower in the respiratory support group. Moreover, PVI levels were found to be slightly higher in infants who get respiratory support (21.7±4.5% vs. 19.2±3.2%, p=0.05).
Conclusion: PVI can be successfully measured in moderate-to late preterm newborns. More extensive studies are needed to obtain information on the clinical use of PVI, interpretation of abnormal results, its association with neonatal morbidities, and treatment management.

16.
COVID-19 Pnömonisinde Yeni Bir Mortalite Öngördürücüsü: BUN/Lenfosit Oranı
A New Predictor of Mortality in COVID-19 Pneumonia: The BUN/Lymphocyte Ratio
Osman Sezer ÇINAROĞLU, Mehmet Göktuğ EFGAN, Umut PAYZA
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.09326  Sayfalar 89 - 94
Amaç: Koronavirüs hastalığı-2019’un (COVID-19) yüksek ölüm ve yayılma oranı nedeniyle, acil servis yönetiminde ciddi zorluklar yaşanmaktadır. Biz bu nedenle acil servisteki COVID-19 hastalarında kan üre nitrojeni/lenfosit oranının (BLR) ve nötrofil/albümin oranının (NAR) mortaliteyi tahmin edip etmediğini araştırdık.
Yöntem: Mart 2020-Ocak 2022 tarihleri arasında acil servise başvuran toplam 461 COVID-19 hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri ve laboratuvar parametreleri ve sonlanımları kaydedildi. Verilerin mortaliteyi ön görmedeki gücü hesaplanarak Pnömoni Şiddet İndeksi ‘Pneumonia Severity Index’ (PSI) ve CURB-65 ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların 277’si (%60,1) kadın ve 184’ü (%39,9) erkekti. Hastaların medyan yaşı 69 (çeyrekler arası aralık: 20) olarak hesaplandı. Hastane içi mortalite mevcuttu ve oranı %30,5 idi. PSI, CURB-65, NAR ve BLR’nin COVID-19’lu hastalarda mortaliteyi öngörme yeteneğini değerlendirmek için yapılan ROC analizinde BLR’nin; PSI, CURB-65, NAR değerlerinden daha iyi bir performans gösterdiği ve mortaliteyi ayırt etme gücünün %64,5 duyarlılık; %62,8 seçicilikle kullanılabilir olduğu hesaplandı p<0,05). Bununla beraber, BLR, sepsis tanısında, yüksek bir negatif prediktif değere (%80,08) sahipti. Sepsisin dışlanması ve düşük mortalite oranlarının belirlenmesinde negatif yönlü bir BLR sonucunun oldukça güçlü bir bağımsız değişken olduğu belirlendi.
Sonuç: Çalışmamızda BLR, COVID-19 pnömonisine bağlı kritik bakım ihtiyacının en doğru tahmincisi olarak görünmektedir. Ek olarak, BLR’nin güçlü negatif prediktif değeri acil servislerden planlanan taburculukların da güvenilir bir öngörücüsüdür.
Objective: The high mortality and transmission rates of Coronavirus disease-2019 (COVID-19) lead to severe difficulties being experienced in emergency department management. This study investigated whether the blood urea nitrogen/lymphocyte ratio (BLR) and neutrophil/albumin ratio (NAR) can predict mortality in COVID-19 patients in the emergency department.
Methods: Four hundred sixty-one COVID-19 patients presenting to the emergency department between March 2020 and January 2022 were included in the study. Patients’ demographic characteristics and laboratory parameters and outcomes were recorded. The power of the data in predicting mortality was calculated and compared with the Pneumonia Severity Index (PSI) and CURB-65.
Results: Women constituted 277 (60.1%) patients in the study, and men 184 (39.9%). The patients’ median age was 69 (interquartile range: 20). In-hospital mortality was determined at 30.5%. ROC analysis was performed to determine the ability of the PSI, CURB-65, the NAR, and BLR to predict mortality in patients with COVID-19. The BLR was found to exhibit a better performance than PSI, CURB-65, and NAR values, and to be capable of use in differentiating mortality with 64.5% sensitivity and 62.8% specificity (p<0.05). The BLR also exhibited a high negative predictive value (80.08%) in the diagnosis of sepsis. A negative BLR value emerged as a powerful independent variable in excluding sepsis and predicting low mortality rates.
Conclusion: The BLR was the most accurate predictor of COVID-19 pneumonia-related critical care requirements in this study. It is also a reliable predictor with a powerful negative predictive value for the planned discharges from the emergency department.

17.
Makine Öğrenmesi Yönteminin Laboratuvar Tıbbına Uygulama Örneği: Yenidoğan Referans Aralıklarının Belirlenmesi
An Example of Application of Machine Learning Method to Laboratory Medicine: Determination of Newborn Reference Ranges
Oktay YILDIRIM, Özlem Aktaş, Ali Rıza ŞİŞMAN, Dilek ORBATU, Senem ALKAN ÖZDEMİR, Adem AYDIN, Eminullah YAŞAR, Mohammed Abebe YİMER, Süleyman SEVİNÇ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.61687  Sayfalar 95 - 102
Amaç: Konvansiyonel yöntemlerle referans aralıklarının belirlenmesindeki zorluklardan dolayı, çağdaş makine öğrenmesi yöntemlerini kullanarak referans aralıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: 2018-2019-2020 yıllarında Dokuz Eylül Üniversitesi Merkez Laboratuvarı’nda çalışılan, yenidoğan dönemine ait inorganik fosfor, kalsiyum, kreatinin, neonatal bilirubin, üre azotu testlerine ait sonuçlar hastane veri tabanından alındı. Geliştirdiğimiz denetimsiz makine öğrenmesi algoritması yardımıyla ilgili testlere ait yaş kırılımları ve bu bağlı referans aralıkları hesaplandı.
Bulgular: Geliştirdiğimiz denetimsiz makine öğrenme yönteminin referans aralıklarının belirlenmesinde indirekt yöntemlere yeni, çağdaş bir alternatif olduğu belirlendi. Bu yöntemle test sonuçlarının anlamlı değişkenlik gösterdiği yaş aralıkları yüksek çözünürlükte teste özgü şekilde bulundu.
Sonuç: Bilgisayar işlemci gücündeki artışlar, yeni özgün yapay zeka ve makine öğrenmesi temelli algoritmalar, yüksek miktarda veri depolamayı sağlayan veri tabanları, referans aralıklarının belirlenmesi için çağdaş bir çözüm geliştirme imkanı sunmaktadır. Bu çalışmada, referans aralıklarının hesaplanmasında temel basamak olan yaş aralıklarını yüksek çözünürlükte belirleyebilen, matematiksel ve istatistiksel temellere dayanan, denetimsiz makine öğrenme algoritması çözümü sunulmuştur. Çalışmada geliştirilen algoritmik yöntemi kullanarak her laboratuvar kendi popülasyon ve analitik yöntemlerine uygun referans aralıklarını kolay, hızlı, güvenli ve ekonomik bir şekilde hesaplayabilecektir.
Objective: Due to the difficulties in determining reference intervals with conventional methods, it determines them using modern machine learning methods.
Methods: The results of the newborns’ inorganic phosphorus, calcium, creatinine, neonatal bilirubin, and urea nitrogen tests, which were studied in the Dokuz Eylül University Central Laboratory for the years 2018-2019-2020, were obtained from the hospital database. The unsupervised machine learning algorithm we developed calculated test-specific age intervals and related reference intervals.
Results: It was determined that the unsupervised machine learning method we developed is a new, contemporary alternative to indirect methods for determining reference intervals. With this method, the age ranges in which the test results showed significant variability were found in a high-resolution test-specific manner.
Conclusion: Increases in computer processing power, new original artificial intelligence and machine learning-based algorithms, and databases that store large amounts of data offer a contemporary solution for determining reference intervals. In this study, an unsupervised machine learning algorithm solution based on mathematical and statistical foundations, which can determine age ranges, which is the basic step in the calculation of reference intervals, with high resolution is presented. By using the algorithmic method developed in the study, each laboratory will be able to calculate reference intervals suitable for their population and analytical methods in an easy, fast, safe, and economical way.

OLGU SUNUMU
18.
Lateral Kollateral Ligament Kalsifik Ligamentiti: Nadir Bir Lateral Diz Ağrısı Olgusu ve Literatür Derlemesi
Calcific Ligamentitis of the Lateral Collateral Ligament: A Rare Case of Lateral Knee Pain and Review of the Literature
Atilla Hikmet ÇİLENGİR, Ali Murat DÜLGEROĞLU, Berna DİRİM METE, Özgür TOSUN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.40085  Sayfalar 103 - 108
Lateral kollateral ligamentin (LCL) kalsifik ligamentiti lateral diz ağrısının oldukça nadir bir nedenidir. Bugüne kadar literatürde sadece on beş olgu bildirilmiştir. Bu durum LCL’de kalsifik birikim ve buna eşlik eden ödem benzeri değişikliklerden oluşur. Enflamatuvar ağrıya neden olur ve çoğu durumda konservatif tedavi başarılıdır. Bu yazıda testiküler seminom nedeniyle kemoterapi döneminde akut başlangıçlı lateral diz ağrısı olan 44 yaşında erkek hastayı sunmayı amaçladık. Ayrıca literatürde bildirilen tüm olguları derledik ve bir tabloda özetledik. Olgumuzun direkt radyografisinde lateral femoral kondile komşu yumuşak dokuda iyi sınırlı kalsifik birikim mevcuttu. Manyetik rezonans görüntüleme, kalsifikasyonun LCL proksimalindeki yerleşimini ve ayrıca ödem benzeri yumuşak doku değişikliklerini gösterdi. Cerrahi müdahaleye gerek kalmadan konservatif tedavi ile ağrı giderildi. Lateral diz ağrısının ayırıcı tanısında LCL kalsifik ligamentiti de düşünülmelidir. Radyografi ve manyetik rezonans görüntüleme bulgularının bir arada kullanılması tanıda faydalıdır ve takip döneminde radyografi yeterlidir.
Calcific ligamentitis of the lateral collateral ligament (LCL) is an extremely rare cause of lateral knee pain. Only fifteen cases were reported in the literature. It consists of a calcific deposit in the LCL and accompanying edema-like changes. It causes inflammatory pain, and conservative treatment has been successful in most cases. We reported a 44-year-old man with acute-onset lateral knee pain during the chemotherapy period for testicular seminoma. We reviewed all the reported cases and summarized them on a table. Plain radiography of our case demonstrated a well-circumscribed calcific deposit in the soft tissue adjacent to the lateral femoral condyle. Magnetic resonance imaging revealed its location in the proximal portion of the LCL and edema-like soft tissue changes. Pain was relieved with conservative treatment. Calcific ligamentitis of the LCL should be considered in the differential diagnosis of lateral knee pain. The combination of radiography and magnetic resonance imaging findings is useful in diagnosis, and radiography is sufficient during the follow-up period.

LookUs & Online Makale