e-ISSN: 2757-5241
Forbes Tıp Dergisi - Forbes J Med: 4 (2)
Cilt: 4  Sayı: 2 - 2023
1.
Kapak
Cover

Sayfa I

DERLEME
2.
Çocuklarda COVID-19’un Uzun Dönem Nörolojik Etkileri
Long-term Neurological Effects of COVID-19 in Children
Osman BÜYÜKŞEN, Nihal Olgaç DÜNDAR
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.93898  Sayfalar 109 - 115
Dünya Sağlık Örgütü tarafından 11 Mart 2020’de ilan edilen pandemi döneminde Şiddetli akut solunum sendromu-Koronavirüs-2 enfeksiyonu geçiren pediatrik olgularda bazı nörolojik bulgular gözlenmiştir. Bu yeni virüsün merkezi sinir sistemine hematojen yolla veya periferik sinirden retrograd ve antegrad taşınma ile invaze olduğu düşünülmektedir. Buna ek olarak enfeksiyona yanıt olarak gelişen immünolojik anormallikler, enflamatuvar hasar ve vasküler faktörler virüsün nörolojik etkilerinin meydana gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu etkilerin uzun dönemdeki sonuçlarını belirtmek için akut enfeksiyondan 4-12 hafta sonra ortaya çıkan semptom ve anormallikleri içeren subakut Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) sendromu; akut enfeksiyondan 12 hafta sonra devam eden veya mevcut olan ve alternatif tanı ile ilişkilendirilemeyen semptom ve anormallikleri içeren post COVID-19 sendromu ve her iki dönemi içine alan post-akut COVID-19 sendromu tanımlanmıştır. Akut dönemde görülen baş ağrısı, baş dönmesi gibi spesifik olmayan belirtiler; anosmi, aguzi gibi nispeten daha spesifik belirtiler ile nöbet, inme gibi ciddi olabilecek komplikasyonlar COVID-19’un nörolojik etkileri arasında yer almaktadır. Bunun dışında uzun dönemde görülen yorgunluk, konsantrasyon düşüklüğü, iştah kaybı, kas-eklem ağrısı, nöropsikiyatrik semptomlar, hafıza bozuklukları, alıcı dil ve yürütücü işlevlerde zorluk, ağrı kesiciye dirençli migren benzeri baş ağrısı, posterior geri dönüşümlü ensefalopati sendromu, iskemik ve hemorajik inme, hipoksik ve anoksik hasar, akut kritik hastalık miyopatisi ve nöropatisi görülebilmektedir.
During the pandemic process announced by the World Health Organization on March 11, 2020, some neurological outcomes were observed in pediatric cases with Severe acute respiratory syndrome- Coronavirus-2 infection. It is thought that this new virus invades the central nervous system by hematogenous route or by retrograde and antegrade transport from the peripheral nerve. In addition, immunological abnormalities that develop in response to infection, inflammatory damage and vascular factors play an important role in the neurological effects of the virus. In order to indicate the longterm conclusions of these effects; subacute Coronavirus disease-2019 (COVID-19) syndrome, which includes symptoms and abnormalities occurring 4-12 weeks after acute infection; post-COVID-19 syndrome, which includes symptoms and abnormalities that persist or are present 12 weeks after acute infection and cannot be associated with an alternative diagnosis and post-acute COVID-19 syndrome, which includes both periods, has been described. Non-specific symptoms such as headache and dizziness seen in the acute period; relatively more specific symptoms such as anosmia and agousia, and potentially serious complications such as seizures and stroke are among the neurological effects of COVID-19. In addition, long-term symptoms such as fatigue, difficulty in concentration, loss of appetite, muscle-joint pain, neuro-psychiatric symptoms, memory disorders, difficulty in receptive language and executive functions, migraine-like headache resistant to painkillers, posterior reversible encephalopathy syndrome, ischemic and hemorrhagic stroke, hypoxic and anoxic injury, acute critical illness myopathy and neuropathy can be observed.

ORIJINAL ARAŞTIRMA
3.
68Ga-DOTATATE ve 68Ga-DOTANOC’un Fizyolojik Biyodağılımının Semikantitatif Analizi
Semiquantitative Analysis of Physiological Biodistribution of 68Ga-DOTATATE and 68Ga-DOTANOC
Evrim SÜRER BUDAK, Ali Ozan ÖNER, Serkan DEMİRELLİ, Metin ERKILIÇ, Adil BOZ, Binnur KARAYALÇIN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.04696  Sayfalar 116 - 125
Amaç: Bu çalışmada, 68Ga-DOTATATE ve DOTANOC’un nontümöral dokulardaki fizyolojik biyodağılımının, pozitron emisyon tomografisi/bilgisayarlı tomografi (PET/BT) görüntülerinde standartlaştırılmış tutulum değeri (SUV) parametreleri (maksimum ve ortalama) kullanılarak araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: GEP-nöroendokrin tümör (NET), non-GEP-NET ve tiroid kanseri tanısı ile 68Ga-DOTA işaretli (TATE veya NOC) PET/BT görüntüleme yapılmış 40 hastanın (kadın: 23, erkek: 17; ortalama yaş: 52,50±15,82 yaş) görüntüleri retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hipofiz bezi, parotis, submandibular bez, palatin tonsil, tiroid, akciğer, kan havuzu, timus, lenf nodu, karaciğer, pankreas (baş, gövde ve kuyruk kesiminden), dalak, mide, adrenal bez (sağ ve sol), böbrek, ince ve kalın barsak, kemik iliği, prostat, meme glandüler dokusu ve kas dokuyu içerecek şekilde fizyolojik tutulum alanlarından SUVmaks ve SUVort ölçümleri yapılmıştır.
Bulgular: 68Ga-DOTATATE ve 68Ga-DOTATANOC için en yüksek tutulumlar sırasıyla dalak, adrenal bez, böbrek, karaciğer, hipofiz bezi ve pankreas baş kesiminden elde edilmiştir. Akciğer, kas dokusu, kan havuzu, kemik iliği, lenf nodu ve meme glanduler dokusunda düşük düzeyli tutulum (SUVmaks-ort <2) saptanırken geriye kalan organlarda orta dereceli tutulum izlenmiştir.
Sonuç: Her iki ajan için de, pek çok organdaki tutulum paternleri ve SUVmaks-ort değerlerinin bilinmesinin, görüntü analizi sırasında fizyolojik ve patolojik tutulum ayrımında faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Objective: In this study, we aimed to investigate the physiological biodistribution pattern of 68Ga- DOTATATE and DOTANOC using standardized uptake value (SUV) parameters (maximum and mean) in nontumorous tissues on positron emission tomography/computed tomography (PET/CT) images.
Methods: Images of 40 patients (female, n=23 and male, n=17; mean age, 52.50±15.82 years) who had undergone 68Ga-DOTA labeled (TATE or NOC) PET/CT imaging with the diagnosis of GEPneuroendocrine tumor (NET), non-GEP-NET and thyroid cancer were retrospectively evaluated. SUVmax and SUVmean measurements were performed from areas of physiologic uptake including pituitary gland, parotid and submandibular gland, palatine tonsils, thyroid, lungs, blood pool, thymus, lymph nodes, liver, pancreas (from head, body and tail parts), spleen, stomach, both adrenal gland, kidney, small bowel and colon, bone marrow, prostate, glandular breast tissue and muscle tissue.
Results: The highest uptake for 68Ga-DOTATATE and 68Ga-DOTATANOC was noted in the spleen, adrenal, kidney, liver, pituitary gland and head of the pancreas, respectively. Lung, muscle, blood pool, bone marrow, lymph node and breast showed low uptake (SUVmax-mean <2), while moderate uptake was observed in the remaining organs.
Conclusion: We think that determination of uptake patterns and range of SUVmax-mean values for both agents in many organs will aid in discriminating between physiologic and pathologic uptake during the interpretation of images.

4.
Erişkin Astım Hastalarının Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerinin Belirlenmesi: Kesitsel Bir Çalışma
Sociodemographic and Clinical Characteristics of Adult Asthma Patients: A Cross-sectional Study
Naime Meriç KONAR, Eda KARAİSMAİLOĞLU, Arzu ERTÜRK
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.72681  Sayfalar 126 - 133
Amaç: Bu çalışmanın amacı, astım kontrol testinin (AKT) değerlendirilmesi ve yetişkin astım hastalarının sosyodemografik ve klinik özelliklerinin belirlenmesidir.
Yöntem: Bu kesitsel çalışma 13 Ocak 2020 ve 27 Şubat 2020 tarihleri arasında Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göğüs Hastalıkları Kliniği’nde gerçekleştirilmiştir. Veri toplama araçları olarak AKT ile genel bilgi formu kullanılmıştır. Yetişkin astım hastalarının söz konusu özelliklerinin belirlenmesi için çoklu doğrusal regresyon analizi uygulanmıştır. Bununla birlikte, astım kontrol seviyeleri ile sosyodemografik ve klinik özellikler arasındaki yapının incelenmesi amacıyla iki boyutlu grafiklerden yararlanılmıştır.
Bulgular: Yüz kırk hastanın 17’sinde (%12,1) kısmi kontrollü astım belirlenmiştir. Kontrol edilmeyen astım seviyesi, egzersiz alışkanlığı ile ilişkili bulunmuş (p=0,043); erkekler, düzensiz ilaç kullanımı ve düşük vücut kitle indeksi (VKİ), yüksek AKT skorları ile ilişkili bulunmuştur. Kısmi-kontrollü astım düzeyi, erkekler, lise mezunları, normal kilolular, düzensiz ilaç kullananlar ile; kontrolsüz astım hastaları ise kadınlar, ilkokul mezunları ve okur-yazar olmayanlar, 41-50 yaş aralığında, obez, düzenli ilaç kullananlarla ilişkilidir.
Sonuç: Erkek cinsiyeti sosyodemografik risk faktörü, düşük VKİ ve düzensiz ilaç kullanımı klinik risk faktörleri olarak bulunmuştur. Dahası, bu çalışmada astım hastalarında kontrolsüz astım prevalansı (%87,9) oldukça yüksek elde edilmiştir. Bu nedenle, astım hastalığı hakkında farkındalığın arttırılması amacıyla yetişkin astım hastaları için astım hastalığından korunabilme ve risk faktörleri ile ilgili eğitim programlarının düzenlenmesi önerilmektedir.
Objective: Asthma is one of the most prevalent public health problems worldwide, known to be difficult to control. This study investigates the sociodemographic and clinical characteristics of patients with asthma and evaluate asthma control using the asthma control test (ACT). Methods: This cross-sectional study was conducted between 13th January 2020 to 27th February 2020 at Kırşehir Ahi Evran University Training and Research Hospital. ACT and general information form were used for data collection. Multiple linear regression analysis was performed to determine the sociodemographic and clinical characteristics of adult asthma patients. Two-dimensional graphics were plotted to investigate the patterns between asthma control levels and these risk factors.
Results: Out of 140 participants, n=17 (12.1%) were found to have partly controlled asthma. Exercise habit was associated with uncontrolled asthma levels (p=0.043). Male gender, irregular drug use, and lower body mass index (BMI) were associated with higher ACT scores. Partially controlled asthma levels were associated with males, high school graduates, and normal weight, irregular drug use. Uncontrolled asthma levels were related to obesity, regular drug use, and females, housewives, patients aged between 41 and 50 years, having primary school degrees, and illiterate participants. Male gender was found as a sociodemographic risk factor, while lower BMI and irregular drug use were recorded as clinical risk factors. Moreover, a high prevalence of uncontrolled asthma (87.9%) was revealed among adult asthma patients. Conclusion: Training programs for patients with asthama regarding the risk factors are suggested to be organized to increase the awareness of asthma.

5.
Pediatrik COVID-19 Olgularının Ebeveyn İstihdam Durumu ve Mesleki Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Evaluation of Parental Employment Status and Occupational Characteristics of Pediatric COVID-19 Cases
Ayşegül ELVAN-TÜZ, Eda EYDURAN, Eda KARADAĞ-ÖNCEL, Yıldız EKEMEN-KELEŞ, Aslıhan ŞAHİN, Gülnihan ÜSTÜNDAĞ, Selin TAŞAR, Ahu KARA-AKSAY, Dilek YILMAZ, Sibel KIRAN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.76476  Sayfalar 134 - 140
Amaç: Bu çalışma, Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) olan çocukların ve ebeveynlerinin epidemiyolojik özelliklerini, çalışma durumlarını ve mesleki özelliklerini incelemeyi amaçlamaktadır.
Yöntem: Araştırma evrenini Ekim 2020-Ocak 2021 tarihleri arasında hastanemize başvuran COVID-19 tanılı 300 çocuk olgu oluşturdu. Görüşmeler sırasında ebeveynlerin çalışma durumları, çalıştıkları sektör, meslek grupları, hane gelir düzeyleri, sağlık sigortası, COVID-19 harcamaları ve gelir puanları kaydedildi.
Bulgular: Olguların ortanca yaşları 156 [minimum-maksimum (min-maks): 7-216] aydı ve 157’si (%52,3) kızdı. Ebeveynler arasında 75 (%25) çalışan anne ve 254 (%84,7) baba bulunmaktaydı. Pandemi nedeniyle işsiz kalan 11 (%3,7) ebeveyn vardı. Ortalama hane geliri 3000 (min-maks: 0-25000) Türk lirası/361 (min-maks: 0-3012) ABD doları idi. Olguların 128’i (%42,7) COVID-19 nedeniyle harcanma yapmışlardı. Olgular COVID-19 harcama durumlarına göre karşılaştırıldığında, kadrolu çalışan babaların kadrosuz çalışan babalara göre COVID-19 ile ilgili harcamalarının daha fazla olduğu görüldü (p=0,019). Hane geliri puanı 0-5 olan katılımcıların, hane geliri puanı 6-10 olan katılımcılara göre COVID-19 nedeniyle daha az harcama yaptıkları görüldü (p=0,029).
Sonuç: Araştırmamızın evrenini, hane geliri düşük ve ağırlıklı olarak temel mesleklerde çalışan ailelerden oluşmaktadır. COVID-19 enfeksiyonu ile birlikte ailelerin üzerindeki ekonomik yükün artması dikkat çekicidir. Ayrıca pandemi döneminde iş kayıpları ve artan harcamalar nedeniyle ailelerin ekonomik olarak olumsuz etkilendiği anlaşılmaktadır.
Objective: This study examines the epidemiological characteristics, employment status, and professional characteristics of children and their parents who had been diagnosed with Coronavirus disease-2019 (COVID-19).
Methods: The study population consisted of 300 children with COVID-19 who applied to our hospital between October 2020 and January 2021. During the interviews, the working status of the parents, the sector they work in, occupational groups, household income levels, health insurance, COVID-19 expenditures, and income scores were recorded.
Results: The median age of the cases was 156 [minimum-maximum (min-max): 7-216] months and 157 (52.3%) were girls. There were 75 (25%) working mothers and 254 (84.7%) fathers among the parents. There were 11 (3.7%) parents who were unemployed due to the pandemic. The median household income was 3000 (min-max: 0-25000) Turkish liras/361 (min-max: 0-3012) US dollars, and 128 cases (42.7%) spent due to COVID-19. When the cases were compared according to their COVID-19 spending status, it was seen that permanent working fathers had more expenditures related to COVID-19 than non-permanent fathers (p=0.019). Participants with a household income score of 0-5 were found to spend less due to COVID-19 than participants with a household income score of 6-10 (p=0.029).
Conclusion: The population of our study consists of families with low household income and predominantly working in basic occupations. It is noteworthy that the economic burden on families has increased with COVID-19 infection. Moreover, families are negatively affected economically due to job losses and increased expenditures during the pandemic period.

6.
Eskişehir İlindeki 15-19 Yaş Grubu Adölesanlarda Polikistik Over Sendromu Prevalansının Saptanarak, PKOS ve PKOS Benzeri Olgulardaki Omentin 1 Düzeylerinin Kontrol Gruplarına Göre Karşılaştırılması
Determining the Prevalence of Polycystic Ovary Syndrome in 15-19 Age Group Adolescents in Eskişehir, Comparison of Omentin 1 Levels in PCOS and PCOS-Like Cases Compared to Control Groups
Derya BURKANKULU, Hikmet HASSA, Yunus AYDIN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.85866  Sayfalar 141 - 147
Amaç: Polikistik over (PKO) sendromu (PKOS) üreme çağındaki kadınlarda rastlanan en sık endokrinopatidir. Adölesanda kabul edilen tanı kriterlerine bağlı olarak insidans %8-26 arasında değişir. Bu çalışmanın amacı omentin 1’in PKOS’taki yeri ve bir tanı kriteri olup olamayacağını ortaya koymaya çalıştık.
Yöntem: Çalışmaya 15-19 yaş arası postmenarşiyal genç kızlar dahil edildi. Toplam katılımcı sayısı 1.556 idi. Altmış üç PKOS hastası, ultrasonografide PKO görüntüsü olan fakat klinik veya biyokimyasal hiperandrojenizm olmayan 41 hasta ultrasonografik PKO grubuna dahil edildi. PKOS tanısı almayan 159 hasta kontrol grubu olarak alındı.
Bulgular: Yapılan varyans analizinde PKOS’lu olguların kandaki APOB/A1 oranı normal olgulara göre daha yüksek bulunmuştur. Omentin 1 seviyesi ile serbest androjen indeksi, APO B/A1 oranı ve total testesteron düzeyi ile arasında pozitif korelasyon saptanmıştır (r=0,174, p=0,030). Omentin 1 düzeyi PKOS’lu olgularda normal düzeyde olup ultrasonografik PKO’larda en yüksek düzeyde ve normal grupta en düşük saptanmıştır.
Sonuç: Omentin 1’in PKOS’ta insülin direnci başta olmak üzere daha çok metabolik sendrom ile ilişkilidir. Bu bağlamda, omentin 1 PKOS’un metabolik sendrom ayağında kendine daha çok yer bulmaktadır. Adölesanlarda hem henüz metabolik sendrom gelişmemiş olması hem de en azından bizim çalışma grubumuzda vücut kitle indeksi ortalamasının 22 kg/m2 olmasından ötürü PKOS tanısında omentin 1, iddia edildiği üzere düşük bir değer yerine yüksek bir sonuç elde edilmiştir. Bu durum henüz metabolik sendrom oluşmayan genç adölesanlarda bu testin tanı değeri olmadığını ortaya koymaktadır.
Objective: Polycystic ovary (PCO) syndrome (PCOS) is the most common endocrinopathy in women of reproductive age. The aim of this study was to reveal the place of omentin 1 in PCOS and whether it can be a diagnostic criterion.
Methods: Postmenarchal teenage girls aged 15-19 were included in the study. The total number of participants was 1.556. Sixty-three PCOS patients, 41 patients with PCO image on ultrasonography but no clinical or biochemical hyperandrogenism were included in the ultrasonographic PCO group. One hundred-fifty nine patients who were not diagnosed with PCOS were taken as the control group.
Results: A positive correlation was found between omentin 1 level and free androgen index, APO B/A1 ratio and total testosterone level (r=0.174, p=0.030). Omentin 1 level was at a normal level in cases with PCOS, and it was found to be highest in ultrasonographic PCOS and lowest in the normal group.
Conclusion: Omentin 1 is mostly associated with metabolic syndrome, especially insulin resistance in PCOS. In this context, omentin 1 finds its place more in the metabolic syndrome foot of PCOS. Omentin 1 was found to be high in the diagnosis of PCOS, rather than a low value, as claimed, because adolescents have not yet developed metabolic syndrome and, at least in our study group, the mean body mass index was 22 kg/m2. This situation reveals that this test has no diagnostic value in young adolescents who have not yet developed metabolic syndrome.

7.
İlaca Duyarlı ve İlaç Dirençli Tüberkülozun Ayrımında Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerin Önemi
Using Sociodemographic and Clinical Characteristics to Distinguish Between Drug-sensitive and Drug-resistant Tuberculosis
Yelda VAROL, Onur KARAMAN, Can BİÇMEN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.58672  Sayfalar 148 - 154
Amaç: Bu çalışmanın amacı, yatarak tedavi edilen çok ilaca dirençli tüberküloz (MDR-TB) ve ilaca duyarlı TB (DS-TB) hastalarında sosyodemografik ve klinik özelliklerin önemini araştırmaktır.
Yöntem: 2010-2018 yılları arasında göğüs hastalıkları ve TB kliniğinde yatarak tedavi gören MDR-TB ve DS-TB hastalarının demografik, klinik, ilaç yan etki, tedavi etkinliği ve mortalite verilerinin retrospektif analizleri yapıldı.
Bulgular: %75,2’si erkek olan toplam 218 TB hastası çalışmaya alındı. MDR-TB ile DS-TB hastalarını karşılaştırdığımızda yaş, cinsiyet, medeni durum ve uyruk açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı görüldü (hepsi için p<0,05). İki grup arasında eğitim durumu açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,007). Ayrıca meslek öyküsü açısından MDR-TB ve DS-TB grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede fark saptandı (p<0,001). MDR-TB hastaları, DS-TB hastalarına göre daha fazla nüks oranlarına sahipti (sırasıyla %42,2-11) ve yeni olgu sayısı DS-TB hastalarında istatistiksel olarak anlamlı derecede daha fazlaydı (%57,8-89). Ölen hasta sayısı MDR-TB hastalarında istatistiksel olarak daha yüksekti (p=0,045).
Sonuç: Bu çalışmada, ülkemizde önemli bir halk sağlığı sorunu olan MDR-TB hastalarının ayırt edilmesinde klinik ve demografik özelliklerle birleştirilmiş hasta tipinin yardımcı olabileceğini gösterdik.
Objective: The purpose of this study was to investigate the significance of sociodemographic and clinical characteristics in multidrug-resistant tuberculosis (MDR-TB) and drug-sensitive tuberculosis (DS-TB) patients treated in an inpatient tuberculosis clinic.
Methods: Retrospective analyzes of demographic, clinical, side effect, treatment effectiveness and mortality data were performed on MDR-TB and DS-TB patients diagnosed and treated in the chest disease and tuberculosis inpatient clinics hospitalized between 2010 and 2018. Results: There were a total of 218 tuberculosis patients, of whom 75.2% were males. When we compared the MDR-TB versus DS-TB patients, we found no statistically significant difference in terms of age, gender, marital status, and nationality (p<0.05 for all). There was a statistically significant difference in educational status between two groups (p=0.007). Also, occupational history was statistically significantly different between the MDR-TB and DS-TB population (p<0.001). MDR-TB patients had more recurrence rates than DS-TB patients (42.2-11%, respectively) and new cases were statistically significantly more in DS-TB patients (57.8-89%). The number of defeated patients was statistically higher in MDR-TB patients (p=0.045).
Conclusion: In this study, we showed that patient type combined with clinical and demographic features may help to distinguish MDR-TB patients, which is a public health problem in our country.

8.
Küçük Prematüre Bebeklerde Erken Tam Enteral Beslenmeye Geçiş ve Kilo Alım Hızları ile Nörogelişimleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Long-term Neurodevelopmental Assessment in Preterm Infants with Early Full Enteral Feeding and Weight Gain Rates
Esin OKMAN, Mehmet BÜYÜKTİRYAKİ, Gülsüm KADIOĞLU ŞİMŞEK, Burak CERAN, H. Gözde KANMAZ KUTMAN, Zeynep ÜSTÜNYURT, Fuat Emre CANPOLAT
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.03522  Sayfalar 155 - 160
Amaç: Bu çalışmada, küçük prematüre bebeklerde erken dönem tam enteral beslenmeye geçiş ve kilo alım hızlarıyla nörogelişim arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmak amaçlanmıştır.
Yöntem: Doğum ağırlığı 800-1.200 gram arasında ve gebelik haftası 32 haftadan küçük, düzeltilmiş 24 ayını tamamlamış bebekler çalışmaya alındı. Bu kriterlere uyan bebekler tam enteral beslenmeye geçiş sürelerine göre iki hafta altında olanlar (grup E) ile iki haftadan uzun sürenler (grup L) olarak iki gruba ayrıldı. Kilo alım hızlarına göre de yaşamın ilk ayında ortalama 10 gr/gün üzerinde alanlar (grup 1) ve altında alanlar (grup 2) olarak iki farklı grupta kıyaslandı. Bu gruplar arasındaki farklar ve nörogelişim skorları [mental development indeks (MDI), psikomotor development indeks (PDI)] arasındaki ilişkiler incelendi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 330 bebeğin, 137’si grup E’de, 134’ü grup L’de idi. Bu iki grubun MDI ve PDI’ları kıyaslandığında sırasıyla, ortalama 69’a karşı 62, ve 79’a karşı 73 olduğu görüldü. Grup 1 (n=120) ve grup 2 (n=110) karşılaştırıldığında, grup 2’de daha düşük MDI ve PDI saptandı. Kilo alım hızının az olması ve tam enteral beslenmeye geçişin geç olmasının, nörogelişimsel bozuklukla ilişkili olduğu gösterildi. Kilo alım hızı için RR: 2,26 (1,15-4,43), p=0,018, tam enterale geçiş için 3,46 (1,84-6,49) p=0.001 idi.
Sonuç: Prematüre bebeklerin erken dönemde beslenmeleri ve kilo alım hızları çok dikkatlice takip edilmelidir. Ek morbiditeleri olmayan prematüre bebeklerin bile sadece beslenme sorunları nörogelişimlerini olumsuz etkileyebilmektedir.
Objective: This study aims to examine whether there is a relationship between neurodevelopmental outcomes with transition into early full enteral feeding and weight gain rates in preterm infants.
Methods: Evaluated infants’ gestational ages were less than 32 weeks, birth weights were between 800 and 1.200 grams, and corrected ages were 24th months. Patients were divided into two groups, of those with transition into full enteral feeding in less than two weeks (group E) and those with transition into full enteral feeding in longer than two weeks (group L). Two additional groups were also compared, of those with weight gain rates above 10 g/day (group 1) and below 10 g/day (group 2), in the first month of life. Differentiations in neurodevelopment scores [mental development index (MDI), psychomotor development index (PDI)] were evaluated.
Results: The total number of assessed infants was 330. Among them, 137 were in group E and 134 were in group L. MDI comparison was 69 and 62, respectively. The PDI comparison was 79 and 73, respectively. Compared with group 1 (n=120), lower MDI and PDI were detected in group 2 (n=110). Accordingly, both factors of late transition into full enteral feeding and low daily weight gain rate were associated with neurodevelopmental impairment. With respect to weight gain, the RR was 2.26 (1.15-4.43), p=0.018. With respect to transition into full enteral feeding, the RR was 3.46 (1.84-6.49), p=0.001.
Conclusion: In the early period of life, feeding difficulties and weight gain rates of preterm infants must be monitored delicately. Nutritional difficulties constitute a negative influence on neurodevelopment.

9.
Meme Tümörlerinde FOXP3 ve PDL1 Ekspresyonlarının Birlikte Değerlendirilmesi
CO-evaluation of Immunhistochemical PD-L1 and FOXP3 Expressions in Breast Cancer
Özge KAYA KORKMAZ, Gülden DİNİZ, Gülen GÜL, Ceren SAYAR
doi: 10.4274/forbes.galenos.2022.98698  Sayfalar 161 - 167
Amaç: Meme kanseri dünya genelinde kadınlar arasında en sık görülen kanserdir ve kansere bağlı ölümlerin ikinci sık nedenidir. Meme kanserlerinin tümörgenezinde PD-L1 ve FOXP3’ün rolleri göreceli olarak daha az değerlendirilen konulardır. Bu çalışmanın amacı, meme kanserlerinde PD-L1 ekspresyonlarının prognostik değerlerini belirlemek ve tümör mikro-çevresinde FOXP3 pozitif Treg hücrelerinin varlığını değerlendirmektir.
Yöntem: Bu çalışmaya, 2011-2014 yılları arasında hastanemizde tanı konulan 210 meme kanseri hastası dahil edildi. Bulgular: Bu seride ortalama yaş 55,46 (12,5) yıl olup, hastalar ortalama 61,9 (20,6) ay boyunca takip edildi. Sadece 6 olguda (%2,9), tümör hücrelerinde zayıf PDL1 membranöz ekspresyonu vardı. Buna karşılık 15 olguda (%7,1) PD-L1 pozitif yangısal hücreler izlendi. PD-L1 ekspresyonu ile sağkalım arasında anlamlı ilişki bulunmadı (p>0,05). On dört (%6,7) olguda FOXP3 pozitif lenfosit vardı. FOXP3-pozitif hücre aralığı 1 ila 30/BBA arasındaydı. Sağkalım süresi ile Treg hücre varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki yoktu (p>0,05). Sağkalım ile nodal metastaz, pT evresi ve enflamatuvar karsinom varlığı (p<0,01) gibi bazı prognostik faktörler arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı.
Sonuç: Bu çalışmada PD-L1 pozitifliği ile meme tümörünün histolojik derecesi, evresi ve hormon reseptör durumuyla istatistiksel anlamlı ilişki saptanmamıştır. Hem FOXP3 hem de PD-L1 molekülünün genel sağkalım ile istatistiksel anlamlı ilişkisi saptanamamıştır. Ancak Treg enflamatuvar hücrelerin varlığının sağkalım üzerine minimal pozitif bir etkisi olduğu gösterilmekle birlikte bu ilişki istatistiksel analizlerle kanıtlanamamıştır.
Objective: Breast cancer is the most common cancer among women and is the second most frequent cause of cancer-related deaths worldwide. The aim of this study was to determine the prognostic values of PD-L1 expression in breast cancers and to detect the presence of FOXP3-positive Treg cells in the tumor microenvironment.
Methods: This study included 210 females with breast cancer who had been histopathologically diagnosed in our hospital between 2011 and 2014.
Results: In this series, the mean age of the patients was 55.46 (12.5) years and they were followed up for a mean period of 61.9 (20.6) months. In only 6 cases (2.9%), there were weak membranous expressions of PD-L1 in tumor cells. However, PD-L1-positive inflammatory cells were seen in 15 tumors (7.1%). There was no significant relationship between PD-L1 expression and survival (p>0.05). In 14 (6.7%) cases, there were FOXP3-positive lymphocytes. The range of FOXP3-positive cells was between 1 and 30/HPF. There was no statistically significant association between survival times and the presence of Tregs (p>0.05).
Conclusion: In this study, no relation was found between PD-L1 positivity and molecular subtypes, histological grade, stage, and hormone receptor status of the breast tumor. There was no statistically significant relationship between FOXP3 and PD-L1 molecule and overall survival. We found a minimal positive effect of the presence of Treg inflammatory cells on survival. However, this relationship could not be proved by statistical analyzes

10.
Diz Osteoartritli Hastalarda İzokinetik Kas Kuvveti ile Fonksiyonel Performans Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Investigation of the Relationship Between Isokinetic Muscle Strength and Functional Performance in Patients with Knee Osteoarthritis
İbrahim YÜKSEL, Ismail SARAÇOĞLU, Nuran EYVAZ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.29494  Sayfalar 168 - 178
Amaç: Bu çalışmanın amacı, diz osteoartriti (OA) olan bireylerde diz fleksör ve ekstansör izokinetik kas kuvveti ile fiziksel performans, fonksiyonel düzey ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkinin incelenmesiydi.
Gereç – Yöntem: Çalışmaya diz OA tanısı alan bireyler dahil edildi. Bireylerin diz ektansör ve fleksör kas kuvveti izokinetik cihaz (60°/sn ve 180° açısal hızlarda) ile ölçüldü. Fiziksel performans değerlendirmesi için 30 sn otur-kalk, zamanlı kalk ve yürü, merdiven inip-çıkma ve 6 dk yürüme testi uygulandı. Fonksiyonel durum için Western Ontario and McMaster Universitesi Osteoarthritis Index (WOMAC) ve yaşam kalitesi için de Kısa Form-36 (KF-36) kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya 61’i kadın ve 19’u erkek olmak üzere toplam 80 kişi katıldı. Çalışmadaki bireylerin yaş ortalaması 56,98±7,71 idi. İzokinetik diz ektansör ve fleksör kas kuvvetleri ile fiziksel performans testleri arasında zayıf ile orta düzeyde ilişkiler saptandı (r=0,29 ile 0,53 arasında; p<0,05). Ekstansör kas kuvvetleri ile WOMAC skoru arasında negatif yönde zayıf ile orta düzeyde ilişkiler bulunurken (r=-0,29 ile -0,41 arasında; p<0,05), fleksör kas kuvvetleri ile WOMAC skoru arasında negatif yönde zayıf düzeyde ilişkiler saptandı ( r=-0,29 ile -0,32 arasında; p<0,05). İzokinetik diz ektansör kas kuvvetleri ile KF-36’nın fiziksel fonksiyon, fiziksel rol güçlüğü ve ağrı parametreleri arasında zayıf ile orta düzeyde ilişkiler bulunurken (r=0,28 ile r=0,45 arasında, p<0,05), diz fleksör kas kuvvetleri ile ise zayıf düzeyde ilişkiler saptandı (r=0,25 ile r=0,38 arasında, p<0,05).
Sonuç: Bu çalışma, diz ekstansiyon ve fleksiyon kas kuvvetinin diz OA olan bireylerin fiziksel performansını, fonksiyonel düzeyini ve yaşam kalitesini etkileyebilecek önemli bir parametre olduğunu gösterdi.
Objective: The aim of this study was to examine the relationship between knee flexor and extensor isokinetic muscle strength and physical performance, functional level and quality of life in individuals with knee osteoarthritis (OA).
Methods: The study were included individuals diagnosed with OA. Knee extensor and flexor muscle strength of the individuals was measured by isokinetic device (60°/sec and 180° angular velocities). 30 second chair stand, timed up and go, stair climb and 6 minute walk test were applied for physical performance. Western Ontario and McMaster University Osteoarthritis Index (WOMAC) was used for functional status and Short Form-36 (SF-36) was used for quality of life. Results: Eighty participants, 61 women and 19 men, participated in the study. The mean age of the participants was 56.98±7.71 years. A low-moderate relationship was found between isokinetic knee extensor and flexor muscle strength with physical performance tests (r=0.29 to 0.53; p<0.05). While there was low-moderate relationship between extensor muscle strengths and WOMAC (r=-0.29 to -0.41; p<0.05), low negative relationship was found between flexor muscle strengths and WOMAC (r=-0.29 to -0.32; p<0.05). While there was low-moderate relationship between extensor muscle strengths and SF-36’s physical function, physical role difficulty, and pain parameters (r=0.28 to r=0.45, p<0.05), low correlations were found with flexor muscle strengths (r=0.25 to r=0.38, p<0.05).
Conclusion: This study showed that knee extension and flexion muscle strength is an important parameter that can affect the physical performance, functional level and quality of life of individuals with OA.

11.
Hemşirelik Eğitimcilerinin Afete Hazırlık İnançlarının Değerlendirilmesi
The Assessment of Nursing Educators’ Disaster Preparedness Beliefs
Gulcihan ARKAN ÜNER, Özüm ERKİN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.02259  Sayfalar 179 - 189
Amaç: Bu çalışmada, hemşirelik eğitimcilerinin afete hazırlık inançlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırma, tanımlayıcı olarak Haziran-Aralık 2020 tarihleri arasında Türkiye’de devlet üniversitelerine bağlı Hemşirelik bölümlerinde görev yapan 346 hemşirelik eğitimcisi ile yürütülmüştür. Veriler sosyodemografik özellikler ve afet ile ilgili tanıtıcı bilgi formu ve Genel Afete Hazırlık İnanç (GAHİ) Ölçeği ile toplanmıştır.
Bulgular: GAHİ ölçeği toplam puanı ortalaması 176,74±16,25’dir. GAHİ ölçeği toplam puanı ortalaması ile afete hazırlık ve müdahale hakkında temel bilgi, afet deneyimi, bulunduğu çevrenin afet planını okuma ve afetler konusunda eğitim ihtiyacı arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunurken (p<0,05), cinsiyet, akademik alan, daha önce afetzedeye bakım verme, bulunduğu çevrede bir afet planı varlığı ve daha önce afet tatbikatına katılma arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0,05). Regresyon analizi sonucuna göre, hemşirelik eğitimcisi olarak çalışılan sürenin 10 yıl ve üzerinde olması, afete hazırlık ve müdahale hakkında temel bilginin olması, gerçek bir afet deneyimi yaşanması, bulunulan çevrenin afet planının okunması ve afetler konusunda eğitime ihtiyaç olduğunun düşünülmemesi GAHİ’yi olumlu ve anlamlı olarak yordamaktadır.
Sonuç: Hemşirelik eğitimcilerinin afete hazırlık inançları puanlarının ortalamanın üzerinde olmasına rağmen afet planları hakkında bilgi edinme ve bu planları okuma, afet tatbikatına katılma ve afetler konusunda eğitim ihtiyaçları bulunmaktadır.
Objective: This study was conducted to evaluate the disaster preparedness beliefs of nursing educators.
Methods: The study was conducted as descriptive research between June and December 2020 with 346 nursing educators working in the Nursing departments state universities in Turkey. Data were collected through a descriptive information form consisting of questions about sociodemographic characteristics and disasters and the General Disaster Preparedness Belief (GDPB) scale.
Results: The mean score obtained from the total GDPB scale was 176.74±16.25. While there was a statistically significant difference between the mean GDPB scale total score and basic knowledge about disaster preparedness and response, disaster experience, reading the disaster plan of the surrounding area, and need for education about disasters (p<0.05), there was no statistically significant difference between the mean scale score and gender, academic field, having given care for victims, the presence of a disaster plan in the environment, and participation in a disaster exercise before (p>0.05). According to the results of the regression analysis, total work experience as a nursing educator for 10 years or more, having basic knowledge about disaster preparedness and response, having a real disaster experience, reading the disaster plan of the surrounding area, and thinking that there is no need for education about disasters predicted the GDPB positively and significantly.
Conclusion: Although the mean scores of nursing educators from the disaster preparedness beliefs were above the average, they needed education about getting information on disaster plans and reading them, participating in disaster exercises, and disasters.

12.
Anti-TNF-α Ajanları ile Tedavi Edilen Çocuklarda Latent Tüberküloz Enfeksiyonu ve Tüberküloz Gelişimi
Latent Tuberculosis Infection and Tuberculosis Development in Children Treated with Anti-TNF-α Agents
Aykut EŞKİ, Velat ŞEN
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.71463  Sayfalar 190 - 195
Amaç: Tümör nekrozis faktörü-α antagonistleri (anti-TNF-α), standart tedaviye dirençli çeşitli romatolojik hastalıkları olan hastaların tedavisini ve prognozunu iyileştirmiştir. Bununla birlikte, anti-TNF-α ajanı kullanan hastalarda başta tüberküloz (TB) olmak üzere çeşitli enfeksiyonlar açısından risk vardır. Çalışmamızda, latent TB enfeksiyonu (LTBI) ve TB gelişimi insidansını belirlemeyi ve anti-TNF-α tedavisi kullanan hastaların takip protokolünü değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Anti-TNF-α ajanı reçete edilen ve 18 yaş altı çocuklar çalışmaya dahil edildi. Hastalar öykü, fizik muayene, tüberkülin deri testi (TST), akciğer grafisi ve gerektiğinde aside dirençli basil açısından balgam/sabah mide aspiratının incelenmesi ve akciğer tomografisi ile değerlendirildi. Bacillus Calmette- Guérin (BCG) aşısı olan hastalarda TST ≥10 mm endurasyon pozitif sonuç olarak tanımlanırken, BCG aşısı olmayanlarda TST ≥5 mm endurasyon olarak tanımlandı. Bulgular: Bu çalışmaya ortanca yaşı 12,0 yıl (8,0-15,0) olan, 84 (%54,2) kadın ve 71 (%45,8) erkek dahil edildi. En sık tanılar oligoartiküler juvenil idiyopatik artrit (JİA; n=48) ve poliartiküler JİA (n=38) idi. Pozitif TST sonucu olan sekiz hastaya izoniazid profilaksisi uygulandı. İnfliksimab kullanan poliartiküler JİA ve adalimumab kullanan idiyopatik üveit olan bir hastada yeni TB saptandı. Anti-TNF-α alan çocuklarda LTBI ve TB gelişme insidansı sırasıyla %2,5 ve %0,64 idi.
Sonuç: Anti-TNF-α ajanı kullanan hastalarda TB gelişme riski vardır. TB hastalığı çocuklarda etanercepte göre infliksimab ve adalimumab kullananlarda görülme olasılığı daha yüksektir. Bu hastaların bir pediatrik göğüs hastalıkları veya enfeksiyon hastalığı uzmanı tarafından üç aylık aralıklarla TB açısından değerlendirilmesi çok önemlidir.
Objective: Tumor necrosis factor-α antagonists (anti-TNF-α) have improved the treatment and prognosis of patients with several rheumatologic diseases resistant to standard therapy. However, patients on anti- TNF-α agents risk various infections, especially tuberculosis (TB). We determined the incidence of latent TB infection (LTBI) and TB development and assess the follow-up protocol of patients using anti-TNF-α therapy.
Methods: Children aged under 18 years prescribed an anti-TNF-α agent were included in the study. Patients were evaluated by history, physical examination, tuberculin skin test (TST), chest X-ray, and when required, examination of sputum/early morning gastric aspirates for acid-fast bacilli and chest tomography. A TST ≥10 mm induration for patients with Bacillus Calmette-Guérin (BCG) vaccination was defined as a positive result, whereas a TST ≥5 mm for those without BCG vaccination.
Results: This study included 84 (54.2%) females and 71 (45.8%) males with a median age of 12.0 years (8.0-15.0). The most common diagnoses were oligoarticular juvenile idiopathic arthritis (JIA; n=48) and polyarticular JIA (n=38). Eight patients with positive TST results were administered isoniazid prophylaxis. New TB was determined in one patient with polyarticular JIA on infliximab and idiopathic uveitis on adalimumab. The incidence of LTBI and TB development in children on anti-TNF-α was 2.5% and 0.64%, respectively.
Conclusion: Patients on anti-TNF-α agents have a risk of TB development. TB disease is more likely to be seen in children on inflixiam and adalimumab on etanercept. It is crucial to assess these patients for TB by a pediatric pulmonologist or infectious disease at three monthly intervals.

13.
İdiyopatik İntrakraniyal Hipertansiyon Hastalarında Manyetik Rezonans Görüntüleme Bulguları ve Klinik Özelliklerin Değerlendirilmesi
Evaluation of Magnetic Resonance Imaging Findings and Clinical Features in Idiopathic Intracranial Hypertension Patients
Nursel YURTTUTAN, Buket TUĞAN YILDIZ, Betül KIZILDAĞ, Ayşegül ÇÖMEZ, Adem DOĞANER
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.74046  Sayfalar 196 - 204
Amaç: İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon (İİH) tanısı almış hasta grubunda çeşitli nöroradyolojik görüntüleme bulgularının diyagnostik katkılarını ve bu hasta grubundaki klinik bulguları değerlendirmektir.
Yöntem: Retrospektif olarak dizayn edilmiş olan bu çalışmada dahil edilme kriterlerini karşılayan 41 hasta ve 49 kişiden oluşan kontrol grubunun manyetik rezonans görüntüleme (MRG)-manyetik rezonans venografi görüntüleme ve nörooftalmolojik muayene bulguları karşılaştırmalı olarak değerlendirilip tanıdaki katkıları ve hastalığı öngörmedeki sensitivite-spesifite düzeyleri belirlendi.
Bulgular: Değerlendirilen 10 tane beyin nörogörüntüleme bulgusundan Meckel mağarasında belirginleşme, subaraknoid mesafelerde daralma, serebellar tonsillerin inferior deplasmanı bulgularında İİH hasta grubu ve kontrol gurubu arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Diğer 7 bulgu ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklı bulundu. Sensitivitesi en yüksek bulgu transvers venöz sinüs stenozu (%73) iken, spesifitesi en yüksek bulgular ise optik sinirin intraoküler protrüzyonu (%100) ve subaraknoid mesafelerde daralma (%100) idi.
Sonuç: Nörogörüntüleme bugularının yokluğu İİH tanısını dışlamamasına rağmen, bulgular hastalığın tanısında ve diğer olası nedenlerin dışlanmasında çok önemli rol oynamaktadır. Non-spesifik başağrısı ile kliniğe başvuran hastalarda MRG’de izlenen incelikli bulgulara karşı dikkatli olunmalı ve hastalara uygun görüntüleme protokolü uygulanmalıdır.
Objective: To evaluate the diagnostic contributions of various neuroradiological imaging findings in the patient group diagnosed with idiopathic intracranial hypertension (IIH) and the clinical findings in this patient group.
Methods: In this retrospectively designed study, magnetic resonance imaging-magnetic resonance venography and neuroophthalmological examination findings of 41 patients who met the inclusion criteria and 49 controls were evaluated comparatively and their contribution to the diagnosis and sensitivity-specificity levels in predicting the disease were determined.
Results: There was no statistically significant difference between IIH patient group and control group in the findings of prominence in Meckel’s cave, narrowing of the subarachnoid spaces, inferior displacement of the cerebellar tonsils, among the 10 brain neuroimaging findings evaluated. The other 7 findings were statistically significantly different between the two groups. The finding with the highest sensitivity was transverse venous sinus stenosis (73%), while the findings with the highest specificity were intraocular protrusion of the optic nerve (100%) and narrowing of the subarachnoid spaces (100%).
Conclusion: Although the absence of neuroimaging findings does not exclude the diagnosis of IIH, the findings play a very important role in the diagnosis of the disease and in excluding other possible causes. In patients who apply to the clinic with non-specific headache, attention should be paid to the subtle findings observed in magnetic resonance imaging and an appropriate imaging protocol should be applied to the patients.

14.
Çok Düşük Doğum Ağırlıklı Bebeklerde İntrauterin ve Postnatal Büyüme Kısıtlılığı İnsidansının Fenton-13 ve Intergrowth-21 Standartlarına Göre Değerlendirilmesi
Fenton-13 vs. Intergrowth-21 Standards for the Assessment of Intrauterine and Postnatal Growth Restriction in Very Low Birth Weight Infants
Buse ÖZER BEKMEZ, Mehmet BÜYÜKTİRYAKİ
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.02411  Sayfalar 205 - 210
Amaç: Bu çalışmada amacımız, çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebekleri Fenton-13 veya Intergrowth-21 büyüme standartlarına göre değerlendirerek gebelik yaşına göre düşük doğum ağırlığı (SGA) ve postnatal büyüme kısıtlılığı (PBK) insidansını karşılaştırmaktır.
Yöntem: Doğum ağırlığı <1500 g olup kliniğimizde doğmuş olan bebeklerin kayıtları retrospektif olarak incelendi. Bebeklerin doğumda ve taburculuktaki vücut ağırlığı (VA) ve baş çevresi Fenton-13 ve Intergrowth-21 konsorsiyumunun geliştirdiği web tabanlı hesaplayıcılar kullanılarak persentil ve z-skorları hesaplandı. SGA, doğum ağırlığının 10. persentilin altında olması iken taburculuk sırasında düzeltilmiş postmenstruel yaşa göre VA’nın <10 persentil olması PBK olarak tanımlandı. Eksitus olan, majör kromozomal/konjenital anomalisi olan ve perinatal asfiksi tanılı infantlar çalışma dışı bırakıldı.
Bulgular: ÇDDA toplam 651 bebeğin verileri analiz edildi. SGA insidansı Intergrowth-21 ile değerlendirildiğinde anlamlı olarak yüksek bulundu (%9,8 ve %4,3, p<0,001). PBK sıklığı ise her iki büyüme standardında benzer saptandı (%60,5-60,7, p>0,05). Ancak taburculuk sırasındaki VA z-skoru/ persentili ile baş çevresi z-skoru/persentili Fenton-13 ile Intergrowth-21’e göre anlamlı olarak düşük tespit edildi.
Sonuç: Çalışmamızda Intergrowth-21 standartlarına göre SGA insidansı anlamlı olarak artmış iken, PBK sıklığı açısından iki büyüme değerlendirme standardı arasında fark saptanmamıştır. ÇDDA’lı bebeklerde intrauterin ve PBK’nın doğru olarak tespiti bu hassas popülasyonda kısa ve uzun vadeli olumsuz sonuçların riskinin de tam olarak belirlenmesini sağlar.
Objective: We aimed to compare the incidence of small for gestational age (SGA) and postnatal growth failure (PGF) of very low birth weight (VLBW) infants according to Fenton-13 and Intergrowth-21 curves.
Methods: The records of babies with a birth weight of <1500 g were reviewed retrospectively. The percentile and z-scores for the babies’ body weight and head circumference at birth and discharge were calculated using the web-based calculators developed by the Fenton-13 and Intergrowth-21 consortium. While SGA was defined as birth weight below the 10th percentile, body weight of <10th percentile for adjusted postmenstrual age at discharge was named as PGF. Infants who died, had major chromosomal/ congenital anomalies, and were diagnosed with perinatal asphyxia were excluded from the study.
Results: Data of 651 babies with VLBW were analyzed. The incidence of SGA was found to be significantly higher according to Intergrowth-21 than Fenton-13 (9.8% vs 4.3%, p<0.001). However, the frequency of PGF was noted as similar in those charts (60.5-60.7%, p>0.05). However, body weight z-score/percentile and head circumference z score/percentile at discharge were significantly lower in Fenton-13 compared to Intergrowth-21 charts.
Conclusion: In our study, while the incidence of SGA was higher based on the Intergrowth-21 charts, no difference was found between the two methods in terms of PGF. Accurate detection of intrauterine and postnatal growth restriction in VLBW infants enables the precise determination of the risk of short- and long-term adverse outcomes in this vulnerable population.

15.
Hekimlerde İntihar Riski Tükenmişlik ve Riskli Alkol Kullanımı
Suicide Risk Burnout and Risky Alcohol Use Among Physicians
Osman hasantahsin kılıç, İhsan aksoy, Murat ANIL, Umut VAROL, Yelda VAROL, Çiğdem KIRCI DALLIOĞLU, Afra Sevde ÇETİN, Ece MUMCU, Nida ÜSTÜN, Çağla KOCUR, Zehra Nur BAYRAM, Nazlı Deniz MUNİS
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.83702  Sayfalar 211 - 217
Amaç: Bu çalışmanın amacı hekimlerde riskli alkol kullanımı, tükenmişlik ve intihar arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Yöntem: Sosyodemografik Veri Formu, Maslach Tükenmişlik Envanteri, Bağımlılık Profili İndeksi Risk Taraması (APIRS) ve İntihar Olasılığı Ölçeği (İOÖ) içeren çevrimiçi anket (SurveyMonkey®) oluşturuldu.
Bulgular: Ankete 285 hekim katıldı. Hekimlerin 49’unun (%17,2) yüksek riskli alkol kullanıcısı olduğu belirlendi. Asistan hekimlerin (p=0,014), çocuğu olmayan (p=0,019) hekimlerin, intihar girişimi öyküsü (p=0,034) ve psikiyatrik tedavi öyküsü (p=0,001) olan hekimlerin İOÖ puanları istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek saptandı. İntihar olasılığı puanları, APIRS-alkol puanları ile zayıf (rho: 0,138, p=0,02), tükenmişlik puanları ile yüksek düzeyde korele saptandı (r=0,718, p=0,001).
Sonuç: Hekimlerde tükenmişliği azaltacak yapısal ve örgütsel önlemler alınmalı, hekimlerde alkol kullanımını azaltacak koruyucu halk sağlığı hizmetleri artırılmalıdır.
Objective: The aim of this study was to examine the relationship between risky alcohol use, burnout, and suicide in physicians.
Methods: An online questionnaire (SurveyMonkey®) including the Sociodemographic Data Form, Maslach Burnout Inventory, Addiction Profile Index Risk Screening (APIRS), and Suicide Probability Scale (SPS) was created.
Results: Two hundred eighty-five physicians took the survey. It was determined that 49 of the physicians (17.2%) were high-risk alcohol users. SPS scores of residents (p=0.014), physicians without children (p=0.019), physicians with a history of suicide attempt (p=0.034) and psychiatric treatment (p=0.001) were found to be significantly higher. Suicide probability scores were weakly correlated with APIRSalcohol scores (rho: 0.138, p=0.02) and highly correlated with burnout scores (r=0.718, p=0.001).
Conclusion: Structural and organizational measures should be taken to decrease burnout in physicians, and preventive public health services should be increased to reduce alcohol use in physicians.

16.
Çok Düşük Doğum Ağırlıklı Bebeklerde D Vitamini Düzeylerinin Neonatal Sepsis Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi
The Evaluation of the Effect of Vitamin D Levels on Neonatal Sepsis in Very Low Birth Weight Infants
Handan Hakyemez Toptan, Nilgun Karadag, Sevilay Topcuoğlu, Emre Dincer, Abdulhamit Tüten, Selahattin AKAR, Tulin Gokmen Yildirim, Elif ÖZALKAYA, Güner KARATEKİN, Hüsnü Fahri Ovalı
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.98159  Sayfalar 218 - 223
Amaç: Bu çalışmada çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebeklerde 25-hidroksi D vitamini [25 (OH)D] düzeyleri ile erken ve geç başlangıçlı sepsis arasındaki ilişkiyi irdelemeyi amaçladık.
Yöntem: Bu çalışma Kasım 2016 ile Kasım 2017 tarihleri arasında yapılmıştır. Otuz ikinci gebelik haftasının altında ÇDDA bebekler çalışmaya dahil edildi. Serum 25 (OH)D düzeyleri 1. gün ve 1. haftadan sonra ölçüldü. İnfantların cinsiyet ve gebelik haftası gibi demografik verileri, doğum ağırlığı, anne yaşı, erken sepsis ve geç sepsis varlığı, mekanik ventilasyon süresi, hastanede kalış süresi ve mortalite oranları kaydedildi.
Bulgular: Hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitesinde izlenen 66 yenidoğan çalışmaya dahil edildi. 25 (OH)D seviyesinin 1. gün ortanca değeri 18,2 (5,2-28,0) ng/mL ve 1. haftadan sonra 25 (OH)D ortanca değeri 15,5 (7,5-37,8) ng/mL idi. Birinci gün ölçülen düşük 25 (OH)D düzeyleri (<20 ng/mL) ile sepsis arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon vardı (r=-0,557, p=0,003).
Sonuç: İlk gün ölçülen düşük 25 (OH)D seviyeleri ile erken sepsis arasında anlamlı bir korelasyon vardı. Ayrıca D vitamini eksikliği ile hastanede kalış süresi arasında anlamlı korelasyonlar bulundu. Ancak bu konuda kesin bir sonuca varmak için daha fazla çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır.
Objective: The objective of this study was to investigate the association between 25-hydroxy vitamin D [25 (OH)D] levels and early- and late-onset sepsis in very low birth weight (VLBW) infants.
Methods: This study was conducted between November 2016 and November 2017. VLBW of infants below the 32nd gestational week were included in the study. Serum 25 (OH)D levels were measured on the 1st day and after one week. The infants’ demographic data such as gender and gestational week, birth weight, maternal age, presence of early and late sepsis, mechanical ventilation duration, length of hospital stay, and mortality rate were recorded.
esults: Sixty-six newborns followed up in the neonatal intensive care unit of our hospital were enrolled in this study. The median value of 25 (OH)D level on the 1st day was 18.2 (5.2-28.0) ng/mL and the median value of 25 (OH)D after the first week was 15.5 (7.5-37.8) ng/mL. A significant correlation was found between low sepsis and 25 (OH)D levels (<20 ng/mL) measured on the first day (r=-0.557, p=0.003).
Conclusion: There was a significant association between early sepsis and low 25 (OH)D levels measured on the first day. In addition, significant correlations were found between vitamin D deficiency and duration of hospitalization. However, more studies are needed to reach a definite conclusion on this issue.

17.
Gestasyonel Diyabet Taraması: Tek Adımlı Yaklaşım mı? İki Adımlı Yaklaşım mı?
Gestational Diabetes Screen One or Two-step Approach?
Behzat CAN, Kemal Hansu
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.69077  Sayfalar 224 - 229
Amaç: Kliniğimize başvuran gebelerde gestasyonel diabetes mellitus (GDM) prevalansını bir ve iki aşamalı yaklaşımlara göre karşılaştırmayı ve bu kadınlar için hangi yaklaşımın daha faydalı olacağını belirleyerek ulusal literatüre katkıda bulunmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışmamıza Ocak 2012-Aralık 2021 tarihleri arasında hastanemize 24.-28. gebelik haftalarında başvuran 15-45 yaş arası gebeler dahil edildi. Katılımcılar yaşlarına göre <25, 25-29, 30-34, 35-39 ve >40 yaş olmak üzere beş gruba ayrıldı. Her gruptaki GDM prevalansı, bir ve iki aşamalı tarama testlerinin sonuçlarına göre ayrı ayrı hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamıza 15-45 yaş arası 22.743 hasta dahil edildi. Bunlardan 2217 hastaya tek aşamalı 75 gram oral glukoz tolerans testi uygulandı. Yüz altı hasta testi tolere edemedi, testi tamamlayan 2111 hastada GDM prevalansı %29,7 olarak bulundu. Buna karşılık 20.526 hastaya 50 gram glukoz tarama testi uygulandı ve 5761 (%28) hastanın glukoz düzeyi ≥140 mg/dL idi. Test sonucu pozitif olan 2870 hastaya 3 saatlik 100 gram oral glukoz tolerans testi uygulandı. Testi tamamlayan 2807 hastanın sonuçları değerlendirildiğinde GDM prevalansı %3,1 olarak bulundu.
Sonuç: Tek aşamalı yaklaşım, iki aşamalı yaklaşıma göre GDM prevalansını anlamlı olarak artırmakta ve iki aşamalı yaklaşımda hastalar düzenli olarak kontrol muayenelerine uymadıkları için tanısal test atlanabilmektedir. Sonuçlar, düzenli olarak takip muayenelerine katılmayan toplumlarda tek adımlı yaklaşımın daha uygun olduğunu göstermektedir.
Objective: We aimed to compare the prevalence of gestational diabetes mellitus (GDM) according to one and two-step approaches in pregnant women and contribute to the national literature by determining which approach would be more beneficial for such women.
Methods: Our study included patients aged 15-45 years who were admitted to our hospital during their 24th-28th gestational weeks of pregnancies between January 2012 and December 2021. Participants were classified into five groups according to age: <25, 25-29, 30-34, 35-39, and more than 40 years. The prevalence of GDM in each group was separately calculated according to the results of the tests.
Results: Overall, 22,743 patients were included in the study. Of these, 2217 patients underwent a one-step 75-gram oral glucose tolerance test (OGTT). One hundred six patients could not tolerate the test, and the prevalence of GDM was 29.7% in 2111 patients who completed the test. Conversely, 20,526 patients underwent 50-gram OGTT, and the glucose level of 5761 (28%) patients was ≥140 mg/dL. A 3-hour 100- gram OGTT was performed for 2870 patients whose test results were positive. When the results of 2807 patients who completed the test were evaluated, the prevalence of GDM was found to be 3.1%.
Conclusion: The one-step approach significantly increases the prevalence of GDM compared with the two-step approach, and in the two-step approach, the diagnostic test can be skipped because the patients do not regularly undergo follow-up examinations. The results suggest that the one-step approach is more appropriate in societies that do not regularly attend follow-up visits.

OLGU SUNUMU
18.
Aşırı Düşük Doğum Ağırlıklı Prematüre Bir Bebekte Candida albicans Menenjiti: Olgu Sunumu
Candida albicans Meningitis in an Extremely Low Birth Weight Premature Neonate: A Case Report
Eda Albayrak, Bengisu Güner Yılmaz, Serdar Beken, Metehan Ozen, Ayse Korkmaz
doi: 10.4274/forbes.galenos.2023.43433  Sayfalar 230 - 233
İnvaziv fungal enfeksiyonlar çok düşük ve aşırı düşük doğum ağırlıklı prematüre bebeklerde sık görülen, morbidite ve mortaliteye neden olabilen nozokomiyal enfeksiyonlardır. Yenidoğanlarda en sık etken Candida albicans’tır. Yenidoğan bebeklerde sepsis bulguları varlığında invazif fungal enfeksiyonlar mutlaka akla getirilmelidir. Santral sinir sistemi (SSS) tutulumuna rağmen kan kültüründe etken saptansa da beyin omurilik sıvısında kültür pozitifliği gösterilemeyebilir bu sebeple invaziv kandidiazis olgularında tedaviye SSS’yi kapsayacak şekilde başlanmalıdır. Bu yazıda aşırı düşük doğum ağırlıklı prematüre bebeklerde invaziv fungal enfeksiyonların önemine dikkat çekilmek istenmiştir.
Invasive fungal infections are nosocomial infections that are common in very low and extremely low birth weight premature neonates and can cause morbidity and mortality. Invasive candidiasis (IC) caused by Candida albicans is the most common in these infections. Invasive fungal infections should be kept in mind in the presence of neonatal sepsis findings. Even in the cases which the central nervous system (CNS) involved, it is more difficult to obtain culture positivity in cerebrospinal fluid (CSF) than blood; therefore in all IC cases, even if the CSF findings are not diagnostic or supportive, treatment should be initiated incluiding the CNS. In this article, we wanted to draw attention to the importance of invasive fungal infections in extremely low birth weight premature infants.

LookUs & Online Makale